Yazılar

2005'e yolculuk...

Kedi-Karga-Kıskançlık

Bir kedi ile karganın otopark zemininde yürüyerek kavga etmesi gibi bir durumdur kıskançlık. Beklenmedik, ilgi uyandıran,saçma, sonuca odaklı olmayan, kimin kazanacağı önceden kestirilemeyen ama izlemesi eğlenceli olan… Bugün bu karga ve kedinin kavgasına şahit oldum ve bilemedim kuş neden uçmayı kedi neden tırmanmayı seçmedi. Avantajlarını bir yana bırakarak aynı platformda mı karşılaşmak istediler?

Kıskançlık da biraz öyledir. Karşısındaki insanın yaşanmışlıklarını, deneyimlerini, onu hayatının o noktasına getiren yolculuğu yok saymak ve öze ulaşabileceğini düşünmek. Biliriz aslında bütün olarak değerlendirmeyi başardığımız kişiyi kıskanmaya hakkımız yoktur. 

Kim haklı?

Aslında benim kıskanmak için çok daha fazla gerekçem var. Aslına bakarsanız, öyle. Tatildi, bir gün cinsiyetsiz uyanmak istedim. Daha çok gerekçem olsa da kıskanmak için içime sinmiş bir şekilde yaşamak zorundayım, yıkıcı olamıyorum kıskançlığımla. Onun yıkıcılığının da bedelini ben ödüyorum elimde kalan tek kimlik parçasını ona kaptırarak ve her şeyimi vererek bu kıskançlığın bedeli olarak… Üstelik kendi kıskançlığıma bir zırnık ferahlama alamadan… Hepsi şu cinsiyet meselesinden ötürü aslına bakarsanız!

Şekerden kafayı bulmak

Yaptığım yanlıştı, biliyorum. Biraz olsun ağzımı oyalar, sinirlerimi yatıştırır, sarhoş olurum sandım çıldırmış bir şekilde şekerciye daldığımda. Düşmanım olan beynime silahını kendi ellerimle verdim. Beynim daha da çok çalışmaya başladı ve daha da çok nefret ettim iki bacak üstünde gezen varlıktan… Bir nefret silsilesi başladı beynimde, engel olamadım.

Bekar kızlardan nefret ediyorum, onlar kadar nefret ettiğim de sözlü-nişanlı kızlardır. Bunlardan daha çok nefret ettiğim bekar erkeklerdir. Onları takiben evli erkekler ama en çok nefret ettiğim sözlü-nişanlı erkeklerdir. Bu insanlardaki hedef ve davranış kalıplarını normalize eden topluma nefretim de azımsanacak gibi değil. Hepimiz hayatta amaçları vardır, kariyer sahibi olmak, üstü açık bir vosvos sahibi olmak, güzel insanlar yetiştirmek, sağlam aileler kurmak… Nefret ettiğim kızlar da evlenmeyi amaçlar. Evlenmek, çocuk doğurmak ve katlanılmaz hale geldikten sonra karşısındakine katlanmak… Part-time meslekleri koca-avcılığı olan bu insanlar yüzlerinde bir gurur ifadesi parmaklarında bir yüzük ile gelir dünyanın en büyük işini başardığını evrenin sırrını çözdüklerini zannederler. Nefretlik karşı cinsleri ise topluma uygun bir şekilde yüzüğü taktıktan sonra her haltı yeme hakkına sahip görürler kendilerini. Nişanlıyım köşede beni bekleyen hanım-hanımcık hatun duruversin de ben bir dolanıp geleyim. Sonra da o erkekler evlenir ve hiçbir yatak fırsatını kaçırmazlar… Tabi o acizlikte, psikolojisi bozulmuş kadınlar bulmaları gerekir. Bir de bekar erkekler var. Her kızı açık arazi olarak gören ama tabii ki anasını-bacısını-kız arkadaşını bunların dışında tutan insansılar. Etraf güzel kadın kaynıyor ama her seferinde kendine ait olmayana dipleri düşer, dünyanın en güzelini gördüklerini düşünürler ve dile de getirirler. Bazıları günlük maceralarla partnerlerini aldatır bazıları ise “aşk” kandırmacasını kullanır. Ömür boyu bu maceralarını gururla hatırlar dost ortamlarında dillendirirler. 

Şeker gitgide azdırırdı temiz-saf düşüncelerimi ve açığa çıkardı şiddet eğilimlerimi… 

Neden sonra başka düşünceler belirir zihnimde. Karşı cinsin bedeninin karşı konulmaz kılan onu muhtaç olduğumuz kişi yapanı hatırlarım… O paylaşılan ruhu hatırlarım. Başkalarına inat hatırlarım! Çünkü öldüğümüzde bedenimiz yani giysimiz yitip gidecek ve bizi biz-vazgeçilmez-elzem kılan yok olacak. Bunu görebilseler keşke…

Küçükken

Bizler küçük iken çok farklı olgulara önem verirdik. Birbirimizi, arkadaşlarımızı, sevgilinizi sahiplenirdik. Egomuzun ihtiyaç duyduğu tek mazot karşımızdakinin %100 bize ait olduğunu bilmekti. Ondan iyi olmak, yenmek, üstün gelmeye çalışmak… bunlar yoktu! Büyüdükçe farklı duygular devreye girdikçe biz de farkılılaştık. Küçükken önem verdiklerimiz yitince ne kaldı geriye? 

Balkonda oturmuş karşı balkonu izliyordum ve yükselen müzik sesi çocukluğuma uzanabileceğimi düşündürüyordu… Elimi uzatsam bu güzel ama zor yıllardan sıyrılıp o kolay ve basit dünyaya dönebilirmişim gibi geliyordu. Lakin hayat anlardan ibaretse dün de bugün de yarın da bu an ise, ne fayda! 

Bu düşünceler beynimde kontrolsüzce dolaşırken gitgide özünden iyice uzaklaşmış farkılılaşma yeteneğini kaybetmiş sadece aynı şekilde çoğalan hücrelerden oluşan bir beyin kalıyor elimde… Büyümek bu mudur? Tekdüze olmak. Aynılaşmak, aykırı düşünmemek. Yoksa bu bir ruh kanseri midir? Küçüklüğüm de süt liman geçti denemez aslında ama her koşulda mutlu oldum ve her koşulda bu mutluluğun bedelini ödedim. Bedelsiz mutluluk var mı? Bedellere alışabilir miyiz? Gerçek olan, bedelsiz olan ruhumuzla içimizde yaşadığımız mutluluktur aslında. 

Çöpçatan memleketi

Düşünüyorum da ülkemizde “aile kurma” amacı gütmeyen bir kurum mevcut mudur? AVMler, sokaklar, duraklar, pastaneler, hastaneler… her yer… “Piyasa” diye tabir edilen bu ortamlarda bulunan insanlar eş seçmeye çalışıyor kendilerine. Eş değilse de geçici eş-değer olmayan insanlar… Bu özellik bizim ülkemize has bence. Türkiye bence sosyo-ekonomik ve kültürel olarak aile kurmak üzerine endekslenmiş bir ülke. Çöpçatan bir ülkeyiz, bunun için doğuyor ve bununla ölüyoruz. Çocuklarımıza bu mirası bırakıyoruz. Oysa Avrupa yapımı filmler-diziler bize romantik aşkı gösteriyor. Oysa biz ne onu ne de bunu tam yapabiliyoruz. Hayaller kuruyor bazılarımız ama bunlar gerçekle örtüşmüyorsa bu hayal ürünleri nereden çıkıyor? 

Sosyal Ağlarda Paylaşın

Share on Tumblr

Facebook Yorumları


Yorumlar (0)

Henüz hiç yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!

Yorum Yapın