Popüler Yazılar

29 Mart- Hayatımın 36. Bin kilometresinde… Algı Bakımı…

Yoğun olarak hissediyorum hayatımı tekrar bakıma alışımı… En son 33. Bin kilometrede bu bakımı sizlerle paylaşmıştım. Daha sonra hayat oldu, olmaya devam etti ve ben kendimi akışa bıraktım. Çünkü yaşananlar müdahale edilemeyecek kadar ağır idi. Gözlerimi açıp aktif hale gelirsem durumun daha da farkına varırsam oradan hiç çıkamam diye düşündüm belki de… 2 yıl geçti, fırtına duruldu, içimden kopup gidenler gitti, zararlar ruhen ve bedenen meydana geldi, şimdi ise toparlanma vakti. Hayatımın bu seferki bakımında farkındalığımı arttırma peşine düştüm. Önceki yıllarda kendimle ilgili yanlış bulduğum, çeliştiğim noktalardan neden olduğunu, neye hizmet ettiğini anlamaya ve kabullenmeye başladım. Mesela adaptasyon yeteneğim… Beni gerçekten çok kişi bilmez. Herkes bildiğini sanır, herkesin bir fikri vardır benimle ilgili ama hiç biri bütünü yansıtmaz. Hepsi farklı bir parçamı bilir çünkü çatışmadan hoşlanmayan ben, hepsine uyum sağlayacak parçamı paylaşırım ancak. Beni ise en yakınlarıma saklarım… Belki de “senin de nazın bana geçiyor”, “hep afrası tafrası en yakınlarına” sözlerinin meydana gelişi benim gibi insanlar nedeniyle olmuştur  smileBu özelliğim yıllarca zihnimde kendime duyduğum saygıda çelişkiler yarattı. Çünkü o zamanlar o özelliğimi korkaklık, riyakârlık, çatışma fobisi olarak değerlendiriyordum. Fakat bu yılki bakımımda yeni tanışmama rağmen çok sevmiş olduğum ve takdir ettiğim tazecik bir arkadaşım sayesinde bunu aslında bir tür olgunluk, çevreyi algılayabilmek, anlayabilmek ve kendini bilmek olduğunu keşfettim.

Yavaş yavaş beni mutlu eden her şeyi hayatıma geri almaya başladım. Ya hep ya hiç kişiliğine sahip olan insanlar ruhu ve yaşantısı hastayken, bir tuşa basar sanki, her şeyi kapatır. Ne yazar, ne çizer, ne okur ne de ruhunu besleyen başka bir şeyle uğraşır. Sadece hayatta kalmak için yapmakla yükümlü olduğu ve başkasına karşı sorumluluklarının gerektirdiklerini yaparlar… Yarı yaşam diyorum buna… Kişinin yarısı yaşıyordur sadece. Topluluk içinde işlev gören yarısı… Diğer yarısı beklemededir… Onu artık uyandırdım, algımı nelerin güçlendirdiğini keşfettim, bir tetik silsilesi misali kendim olma yoluna geri girdim.

Büyümek algım üzerinde harika yeniliklere neden oldu. Önceki bakımımda bir aşk kadını olduğumu söylemiştim, fakat aşkın süreci ile ilgili algım olgunlaştı, değişti. Aşk’ın tdk’daki tanımı “bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı sevgi ve bağlılık duygusu.” Aşkın; her şeyin mutlaka aynı şekilde devam etmesi anlamına gelmediği aynı zamanda yenilenmesi, farklı bir şekil alması, olgunlaşması ile daha güçlü hale gelebileceğini öğrendim. Eskiden Aşkı o kelebeklenme hissi ile tanımlardım, yokluğunda ben de kaybolurdum. Kelebeğin ömrü ne kadar ki? Aşkın ilk evresi de işte o kadar sürer… Şunu öğrendim; sonraki evreler çok daha güzel. Kaybetme korkusu, karşısındaki bulmaca gibi çözmeye çalışma uğraşı ile aşılanmış aşk daha şiddetli hissedilir fakat benliğe-ruha zararı aşktan soğutmaya yetecek derecededir. Bu bakımda olgun aşka tamah etmeyi öğrendim. Aşk hayatımızda her yerde var. Onu algılamak önemli olan. Algınıza alın aşkı. Hayatınızı aşkla doldurun… Güne başlarken sizi bir gülümsemeyle yolunuza gönderebilen kişileri tutun orada… Çevrenizdeki canlılara, objelere, olgulara, bilgilere heyecanınızı merakınızı canlı tutun; o zaman her köşede bir parça aşk sizi bekler…

Biraz da algıyı düşürmek gerekebilir diye düşündüm bu bakımda. Algısı yüksek bir insan olmak çevredeki birçok olayın, tepkinin ve hissiyatın farkında olmak demektir. İşini yapmaya çalışırken bir çok değişken döner durur çevresinde bu insanların. Odaklanırken algıyı da kısmak zaman zaman faydalı olabilir. Algısı düşük veya normal kişilerde bu empati azlığına nenen olabilirken algısı yüksek kişilerde çok da güzel bir duruma dönüşür J Bazen kabustur çünkü algı… Mesela karşındaki insanın seni kırdığını düşündüğünü biliyorsun, algılayabiliyorsun, fakat gerçekte kırmamıştır, o kişiyi bilirsin tanırsın iyi niyetin insaniyetin merkezidir, ne yazık ki o yanlış düşünüyor diye düşünür üzülür algına sokar, algınla davranışlarını değiştirirsin… Dedim ya kabus. Anlatması bile. Ya da karşındaki insanın bir davranışı olur seni hiç rahatsız etmez, hoşuna bile gidebilir fakat onun bunun tersine düşündüğünü hisseder ve sanki o algıyla rahatsız etmiş gibi davranırsın falan filan… kısacası çok hassas olmayacaksın kardaş!!!!!

Benlik duygusunun varlığı, baskınlığı veya yetersizliği hayatımızda en çok felsefi olmak üzere tartışılmış olan bir olgudur. Abartılmış benlik ile şişirilmiş egonun hor görülmesi yelpazenin bir ucunda, diğer ucunda ise yetersiz benlik duygusu olanların aşağılanması bulunmaktadır. Azı karar çoğu zarar yasası sanırım burada en etkili silahtır. Sürekli egonun zararlarından bahseden, her konuşmayı, her yazılanı oraya bağlayan kişinin derininde bu konuyla ilgili sıkıntısı vardır. Ve kanımca benlik duygusu çok gelişmiş kişilerin sorumluluk anlayışı da baskındır. Kötü gibi görünen birçok özelliğin ek getirisi vardır. Bazen kendimizi kaf dağında görür karşımızdakileri insani zaafları yüzünden küçük görürüz, bunu yapmamak lazım.

Bilimin bile pozitif kabul edilmediği bilim dalları vardır… Kanıta dayalı tıp ile çıkar gözetmeksizin yapılan çalışmalar ışığında bile olsa hiçbir zaman genelleme yapılmamalıdır, unutulmamalıdır ki hastalık yoktur hasta vardır… ve genellemeler çok zarar verir. Bunu hem sağlık çalışanı düşmanları hem de sağlık çalışanları zaman zaman yapabilmektedir. Bana öyle görünmektedir ki, kişi en inançlı olduğu davasında bile, kendi kişisel sınırları- benliği ve ailesi için gösterdiği hassasiyeti uygulayabilmelidir, öngörülü-içgörülü ve sağduyulu olabilmelidir.

Bu yıl ki bakımım devam edecek duyduğum minnet ise hiçbir zaman bitmeyecek. Öyle minnettarım ki sahip olduklarım, geride bıraktıklarım ve henüz yelken açmadıklarım için…


Yaratılış ve Yönelim – Satış ve Aldatmaca

Etrafımıza baktığımızda görürüz; aynı işi farklı yapan farklı yollardan giden ne çok insan var… Bu pozitif bilimler için bile geçerli. Bazısı sessizce köşesinde işini yapıp faydasını öyle sağlamaya çalışırken, diğeri göz önünde olmayı tercih eder. Başınıza gelmiştir, medya veya sosyal medya aracılığıyla medyatikleştirilmeye çalışılan bir uzman görürsünüz; fakat hitap şekli, üslubu, iletişim yetisi, anlatma yetisi belki de genel olarak enerjisi sizi iter. Çünkü o kişinin yönelimi oralarda boy göstermeye elverişli olsa da yaratılışı buna uygun değildir. Bazen de biri çıkar karşınıza, bu tür platformlarda bulunmaya yaratılış olarak çok daha uygun fakat yönelim olarak çok uzak… O kişiler hayatları boyunca bunu duyarlar, “azıcık kendini satsan ortalıktaki tiplere bin basarsın”, fakat hiçbir zaman bunu önemsemezler. Daha farklı bir kumaşla üretilmiş farklı bir iplikle bağlanmıştır bu kişiler hayata… Biliyorsunuz değil mi? Hayatın bütününde bu böyle, yaratılış ve yönelim meselesi… Bir işi yapması gereken (iyi ve doğru yapacak olan) o işi yapmaz ama en yapmaması gereken (yozlaştırarak yapan) yapar ve sembol olarak da bilinir. Dünyanın hali bu yüzden içindeki iyi yaratılışlı insanların yönelimini yansıtmamaktadır… Aslında göründüğü kadar kötü olmayan dünya, iyilikleri gizlemektedir. Bu düzenin değişmesini çok olası görmüyorum.

CV diye bir belge var, hepimiz biliriz. Latince çerçeve ve hayat kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen bir kelimedir. Hayat çerçevesi… İnsanlıkta bir satış broşürüdür… Şişirilme ve gerçekle bağdaşmayan birçok özellik içerme ihtimali bulunan… Biraz önce yönelimden bahsettik, satış yeteneği iyi olan kişilerde yönelim de bu yönde ise ayaklı facialar yerden göğe dakikalar içerisinde çıkarılır… Bazı insan kendini iyi satar, yaptığı işi iyi yapsın yapmasın, duruşuyla konuşmalarıyla, tavrıyla, yaydığı özgüvenle “bilgin” insan olarak görülür. Bazıları ise kendini hiç satmaz, göstermez. Aslında birçoğu görünmek istemez. Çünkü olgunlaşmışlardır ve bilirler çok meydanda olmak çok beklentiye maruz bırakılmaktır ve mükemmel bir iş çıkarılmadıkça da kendini mutlu hissetmeyeceklerdir. Bu yüzden sessizce doğru işi alkış ve tanınma spotlarına ihtiyaç ve istek duymadan yaparlar. Aslında nadirdir içi dolu olan kişinin kendini satmayı bilmesi ve bu yönelimde olması… Örnekleri var elbette… Fakat çok sık rastlanan bir durum da değildir. Çünkü dünyayı bilmeye çalışmak için kişi kendinden başlamalıdır, en az seviyede bile kendini bilmeye başlayan varlık, dünyayı farklı görmeye başlar… Birçok satış bu nedenle aldatmacadır.

Bütün bu olgular biraz da barış ile ilgilidir. Kendini seven ve etrafın ne düşündüğü imgesiyle “gerçek” anlamda uğraşmayan kişi başkalarının onun hakkında ne düşündüğünü duyunca şaşırır. Yönelimi yaratılışıyla uyumlu olarak kendini gizli tutan içine kapalı kimseler, dışarıdan boş görünür. Fakat bunun bile farkında değillerdir.

Kişinin yaratılışı- yönelimi ve satış veya aldatma olasılığı ne olursa olsun içe bakmaya başladığında bazı gerçekleri bulur. Sürekli içe bakanlar ise kusursuz olmayı çalışmayı bıraktıklarında kendilerini bulur.


Sevgili "diğer" insanlar

Sevgili diğer insanlar,

Size seslenmekte bu kadar geciktim ve tereddütte kaldım çünkü hep bildim, ben de sizin için bir “diğer insan”ım. Fakat sonunda anladım ki bu sizin benim için konumunuzu değiştirmez. Sınırsız empati de ne bana ne de size bir yarar sağlamaz.

Ey insanlar, bir işinizi yaptırtmak istediğinizde veya özel ilgi görmek veya bana başvurarak lütufta bulunduğunuzu düşündüğünüzde ettiğiniz cümleler var: “ Biz senden çok memnunuz, seni bu kişi tavsiye etti…”. Bilin ki bu cümleler artık kabul görmek isteyen, beğenilmek için çırpınan çocuk yanıma etki etmiyor, kısmen büyüdü… Benden memnun olmayın, bana tavsiye üzerine gelmeyin, beklentilerinizi üzerime yıkmayın. Ben işimi en iyisiyle zaten elimden geldiğince yaparım, size hak edin hak etmeyin saygı, anlayış ve şefkat gösteririm, sizden tek isteğim köstek olmayın. Haksız sorun çıkarmayın… yaptıklarınızı yapmayın… siz biliyorsunuz.

Ey insanlar, parayla yönetemediğiniz insanlar karşısında kalakalıyorsunuz değil mi?? Motivasyonlarını anlamak onları tanımak için çaba sarf etmeniz gerekiyor, sizi şaşırtıyorlar, garip olduklarını düşünüyorsunuz, deli diye damgalıyorsunuz… Ya kenara itiyorsunuz, yokmuş gibi davranıyorsunuz ya da aşağılamaya çalışıyorsunuz… ah siz insanlar.

Ey diğer insanlar, bir kısmınız sevdiğimin canını sıkıyor sürekli. En çok da sizlere kızıyorum. Benim gereğinden fazla mütevazi mükemmeliyetçi sevgilimin gölgesine su dökemezsiniz siz… Ne bu artistlikler afralar tafralar, hor görmeler, üstünmüş gibi davranmalar… Benim iyi niyetli olduğumu söyler çok insan, doğrudur da, fakat benim iyi niyetim sevgiliminkinin yanında şeytan kafası gibi kalır; öyle ya siz ve sizin gibilere çok maruz kaldım ben… O daha temiz kaldı, zaten en temizdi. Sizi var ya, bir kaşık suda boğarım elime geçseniz. Net.

Ey diğer insanlar… Ne büyük bir aldatmacanın içindeyiz farkında mısınız? Zaten sahip olduğumuz bütün ihtiyaçları elde etmek için kurduğumuz düzen büyük bir düzen eksikliği aynı zamanda… Pahalı evlerinizle, arabalarınızla, giysilerinizle duyduğunuz güvenlik, gücü yetemeyenlerin duyduğu özlem… hepsi yersiz. Bu düzen, yarı aç yarı tok, bütün doğa bizim için tasarlanmış tepe tepe kullanırız algısıyla sizce doğru mu?

Ey diğer insanlar, daha sonra yine görüşürüz… Aydınlanma süreci için çok yararlı olmasa da söylenmek ruhuma iyi gelir J

 


Kadın olmak

Kadın olmak öyle güzel ki… Hiç girmek istemiyorum olmalı mı olmamalı mı tartışmalarına...Ulusal yas günü mü olmalı yoksa kutlama mı yapılmalı diye… Niyet tebriktir, anmaktır. Geçmiştekileri anmak, emeklerine ve fedakârlıklarına şapka çıkarmak; günümüzdekileri tebrik etmek, varlıklarının önemli olduğunu hissettirmek… Bir de keşke ihtiyaç olmasaydı bugüne de “neden erkekler günü yok?” diyenlerde haklılık payı olsaydı… Ne mutlu erkeklere ki gün atanmamış onlara, kadınlar da bu durumda olmayı isterdi.

Kadın olmak her şeye rağmen çok güzel, gerçekten… Birçok karşı cinsimiz bilmiyor ki sözlü, fiziksel veya duygusal tacize uğramamış hiçbir kadın yoktur. Bazısı biraz daha şanslıdır… Birçokları bilmiyor ki yaptıkları genellemeler ile geri planda durmamızı isteyen oluşumun ekmeğine yağ sürüyorlar… Bunları bilmeyen karşı cinslerimiz birçok sorunumuzun farkında değil ve bu en masum hataları yapanlar bizim tarafımızda olanlar… ya olmayanlar???

Kadın olmak çok güzel ama arkadaşlar kadın olmak çok ciddi sorumluluk işi ve kadın olmak her senaryoda birazcık eksik hissetme ihtimali…

En mutlu ilişkilerde kadının dişil enerjisi erkeğin ise eril enerjisi ön planda görünmektedir. Toplumda daha aktif ve etkin rol almak isteyen, meslek başarısı peşinde koşunca dişil enerjisi eksik olmakla suçlanan… Spektrumun diğer ucunda ise muayeneye kocasıyla birlikte gelip kocası tarafından konuşmasına izin verilmeyen kadınlar…

Kadınlar anne olduklarında tamamlanmış hissetseler de bireysel yaşamlarında bir parça “eksik” veya ihmal hissederler…  Anne olan kadınlar çalıştıklarında da, çalışmadıklarında da biraz “eksik” hissederler, hissetmeseler bile hissettirilirler… Anne olamayanlar bunun “eksik”liğini hissederler…

 Kadınlar sakin olamadıklarında, yapıcı davranamadıklarında, dişil güçleriyle farklı görünüp farklı davranıp ilişkilerini yürütemediklerinde “eksik” hissederler…

Kadınlar annedir, bedeninde büyütendir, yumuşaktır, şevkattir, ayrıntıdır, barıştır, bilgeliktir, toplumun bekasıdır… Gıdaların genetiği ile oynanır da insanlarınki sabit mi kalır sizce??? Bütün bu çevresel değişimler genetik hafızaya olumsuz etki etmez mi? Kadın kendini geleneksel olarak atasından bir kez daha eksik hissetmez mi???

Kadın olmak çok güzeldir, zordur, olumsuz taraflarının en aza indirgendiği koşullarda bile eksik hissetme ihtimali en yüksek olandır. Oysa asla eksik hissetmemelidir. Kadınlar gününü böyle kutlayalım mı, kadınlara karşı bilinçli davranarak, onlara karşı duygusal istismarlardan eksik hissettirmelerden uzak durarak…


Hayır (2005)

“HAYIR”

 

Apartmana girdiğimde ne olduğunu anlayamadığım bir koku doldu burnumdan içeri. Bir kat merdiven çıktım, anahtarımı cebimden çıkardım ve kapıyı açmak için anahtarı kilide soktum. Kokuyu o sırada tanıdım. Alkol kokusu dolmuştu apartmana. Allah şu ayyaşların belasını versin. Apartmanın alt kapısını açık unutanların da… Allah hepsinin… Neyse içeri girdim. Evime… Bir fincan kahveye ve sanat icra etmeye giriştim. Gecenin iki buçuğu herkes sessizken beynim konuşsun ellerim çalışsın, bu gece bir resim çıkarabilmeliyim. Telefonum bağıra bağıra çalıyor ve bu bir tek anlama gelebilir, arayan o. Yani O.

 

  • Efendim aşkım?
  • Girdin mi eve?
  • Evet…
  • Dur söyleme kahveni koyuyorsun değil mi?
  • Evet…
  • Ama biraz da canın sıkkın değil mi?
  • Evet.
  • Neden?
  • Hani hemen bizim evin arkasında bir meyhane vardı, sana anlatmıştım. İşte sarhoş adamlar oradan çıkarken nedense hep bizim apartmana girip sızıyor zeminde. Apartmanı da kokutuyorlar. Apartmanda oturanlar da hep açık bırakıyorlar dış kapıyı, çok sinirleniyorum.
  • Sinirlenme bebeğim, bir yazı asarız, konuşuruz, bir şeyler yaparız!
  • Çok tatlısın…
  • Resim mi yapacaksın?
  • Evet… Çok gerginim sergiye yetişmeyecek gibi geliyor.
  • Yetişecek Melis emin ol! Bana güveniyor musun?
  • Evet…
  • Beni seviyor musun Melis?
  • Seni seviyorum Burak.Hayatımda bu kadar fazla “evet” kelimesinin geçmesi korkutucu bir şey… Ya benim evetlerim böyle güzel olmasaydı, ya o zaman ben ne yapardım? Neyse böyle şeyler düşünmeyi bırakmanın ve düşüncelerin yaratacağı ürüne başlamanın tam sırası. Resim kafamda hazır ama önemli olan onu tuvale dökebilmek… Bir kız, düz, bakır rengi saçlarıyla tuvalette klozetin üstüne oturmuş yazı yazıyor. Tuvaletin ışığı yanmıyor, tuvalet karanlık ama banyo kapısının altından çok kuvvetli bir ışık sızıyor. Resim özetle bu ama her resim gibi anlattığı şey çok farklı. Herkes çok farklı yorumlayacak. Bunun önüne geçmeye uğraşmayacağım bu defa. Herkes anlatmak istediğimi anlasın diye abartılı bir çabaya girmeyeceğim. Herkes anlamak istediğini anlamalı yoksa hayal kırıklığına uğrar. Bu da benim işime gelmez.Bugün çok heyecanlıyım. Ona evlenme teklifinde bulunacağım. Hem de bunu öyle döküntü bir yerde yapacağım ki niyetimi bile anlamayacak. İyi insan lafının üstüne ararmış…
  •  
  •  
  •  
  • Alo, evet söyle aşkım?
  • Bu gece çıkacak mıyız dışarı?
  • Evet…
  • Nereye gideceğiz?
  • Hatırlıyor musun seni bir keresinde bir yere götürmüştüm… Sen orada çalışan bir kıza resim hediye etmiştin?
  • Şu meyhane mi?
  • Evet…
  • Sen her hafta oraya gidiyorsun değil mi?
  • Evet.
  • Eeeee?
  • İşte oraya götüreceğim seni.
  • Orası döküntü görünüyordu…
  • Değişiklik olsun, olur mu?
  • Peki, sen bilirsin… Seviyor musun beni Burak?
  • Evet. Mutluluktan ölünür mü? Bağımlılık yapan bir uyuşturucu madde gibi, onsuz kalındığında yoksunluk belirtileri verir mi mutluluk? Çok fazlası, çok mu fazla? Bu soruların cevabı bende henüz yok ama resmime başladım ve kafamda kurguladığım gibi gitmese de beni uyutuyor, avutuyor, ayakta tutuyor. Ben de bununla idare etmesini biliyorum. Sabah gidip galeriyle görüştüm sonra dışarıda banka işlerimi hallettim. Burak bana bir sürpriz yapmış, jakuzi-sauna-masör üçlüsünün buluştuğu muhteşem bir tesiste gün boyu dinlenmem için yer ayırtmış. Ben de aynen öyle yaptım. Gün boyu dinlendim. Tanrım! Ah şu evetler, onları benden alma olur mu? Yol boyunca düşüncelere dalmışım, nerdeyse evimi geçiyordum. Son anda durdum, arabayı park ettim. Apartmanın dış kapısına giden merdivenleri çıktım. Dış kapı kilitliydi. Girişte bir yazı: “Lütfen girip çıkarken kapıyı arkanızdan kapatın.” Gülümsedim. Evime çıktım, resim yapmaya kahve içmeye ve… Derken bir anda gerçeğin ne olduğunu anlayamaz oldum. Film gibi hareketlerimin geriye doğru sarıldığını hissettim, bir şeyler beni uyandırmaya çalışıyor gibiydi ve durduramıyordum. Kendimi yine meyhanede kasanın arkasında elimde kağıt kalemle, resim yaparken buldum.Burak yanında bir kadınla, minibüs caddesinin göbeğinde saklanmış, ayyaşların kol gezdiği, dansözlerin oynadığı, her gece kavgaların çıktığı, silahların patladığı bir meyhaneye doğru gidiyordu. Bu tuhaf yer Burak’ın hoşuna gidiyordu. O bir köşe yazarıydı ve maceranın hiç eksik olmadığı bu meyhane onun kalemini tıka basa doyuruyordu. Yolun üstünde bir taksi durmuş, gitmiyordu. Burak yanındaki kadını kendisine doğru çekti ve anlatmaya başladı:- Bu taksiciler de meyhaneye geliyor. Gece geç olunca arabayı buralara bir yerlere bırakıyor, gizlice meyhaneye giriyor, sarhoş oluncaya kadar içiyor ve sonra arabasını alıyor gidiyor. Bunca saygın apartmanın arasındaki bu izbe meyhaneye gizlice sızıyorlar. Burada ayakta kalmış olması mucize.
  •  
  •  
  • Her gün insanların öldüğü bir dünyada bu kadar mutlu olmak neredeyse suçluluk duygusu uyandırıyor insanda. Daha da kötüsü onca mutsuz insan varken… Okuduğum bir kitapta şöyle diyordu: “İnsan mutsuzluğundan ölebilir”.
  •  
  • Meyhane orası mı?
  • Evet… Peki ya önündeki apartman, orası da pek bir yıkık dökük…
  • Evet, sanırım meyhane sahipleri oturuyor ve sarhoşları da saklıyorlar orada, bilmiyorum işte. Hadi gel, girelim içeri.Meyhaneye girdiler, masaya oturdular. Az sonra ıslak gözleriyle düz, bakır rengi saçlı bir kız gelip siparişlerini aldı, o kız bendim:
  •  
  •  
  • Ne arzu edersiniz?
  • Miller biranız var mı?
  • Evet…
  • Peki, şu büyük saplı bardaklara koyabilir misiniz?
  • Evet, her zamanki gibi…
  • ?
  • Neden şaşırdınız?
  • Ben hep büyük saplı bardaklarda bira mı istiyorum sizden?
  • Evet.
  • Peki teşekkürler.İçecekleri götürdüm ve içmeye başladılar. Onunlaydı ve onunla buraya gelmeseydi her hafta ben “o” olduğuma inanabilirdim. Hatta ben o olabilirdim. Ama “evet”ler yine geldi ve bu sefer kafamda kurabileceğim evetlerden değildi onlar. Masalarına bakıyorum ve Burak bir kutu çıkarıyor cebinden ve ona doğru uzatıyor. Dudaklarını okuyabiliyorum, kadın “EVET” diyor. Ne yapacağımı şaşırıp kalıyorum. Artık o resme dönmem imkânsız. Yazdıklarım bir bir siliniyor, kurguladığım roman paramparça oluyor.Genç kız çalıştığı meyhaneden çıkmaya kalkarken sarhoş bir adam üstüne yıkılıyor. Masada oturan çift hızla koşup yardım etmeye çalışıyor.-     Seni evine bırakalım mı? Adın neydi?
  •  
  •  
  •  
  • Melis…
  • Nerede oturuyorsun Melis?
  • Önemli değil Burak. Hemen şuradaki apartman, şu izbe olan…
  • Sen adımı nereden biliyorsun?
  • O da önemli değil, önemli olan tek şey, bana adımı kullanarak sorduğun bir soruya adını kullanarak yanıt verebilme şansını yakalayabilmiş olmam.
  • Peki, emin misin bir şeye ihtiyacın olmadığından?
  • Evet.
  • Melis tam uzaklaşacakken bir an durdu ve geri döndü. Burak’ın yanındaki kadına bir kağıt verdi.
  • Siz bana bir resim hediye etmiştiniz. Bu da benim yaptığım bir resim, size hediye etmek istedim. İyi geceler.     Genç çift arabalarına doğru yürüdüler. İkisinin de başı önde resme bakmaya korkar gibi bu konuda hiç konuşmuyorlardı. Aslında baksalar görecekleri şey Melis’in en başından beri yapmayı tasarladığı resimdi. Zifiri karanlık bir banyoda tuvaletin üstüne oturmuş resim yapan bakır saçlı bir genç kız ve kapalı banyo kapısının altından sızan belli belirsiz ışık. Fazla dikkatli bakmayan bir göz daha fazlasını da göremezdi. Burak yanındaki kadını evine götürdü, kahve içmek için birlikte yukarı çıktılar. Kadın eve girdi ve ayakkabılarını bile çıkarmadan resmi karşısındaki duvara astı. Uzun süre resme baktı, anlayamadı. Burak sordu:
  •  
  • Beğendin mi?
  • Kıskanç, şaşkın kadın cevap verdi:
  • Hayır!
  • Kadın kahve yapmaya gitti. Burak’ın gözü resme baktıkça tuvaletin üstündeki kızın elindeki resmi görüyordu sadece. Küçük resim ufak değişikliklerle esas resmin aynısıydı. Ama bu resimde tuvalet aydınlıktı ve tuvaletin kapısı açıktı. Kapının eşiğinde zifiri karanlıkta duran el ele tutuşmuş bir çift vardı.