Popüler Yazılar

Tıp bayramı mı? hmmmm....

Tıp bayramı mı? Hmmmmm

Bugün size %100 yanlı bir yazı yazmaya geldim. Çünkü ben bugün Tıp bayramı olduğunu unuttum… Ha deli gibi kutlanan bir gün mü? Hayır. Üniversite bittikten sonra çalıştığım ve eğitim gördüğüm kuruluşlarda ya kutlanmadı ya da o üniversite yıllarındaki tadı vermedi… Hem eskisi gibi değildi, hem de biz eskisi gibi değildik. Fakat tıp bayramı yine de unutacağımız bir gün değil, doğum günümüz gibi hatırladığımız bir gün… Neden mi? Tıpla biz yeniden doğduk. Bazı meslekler vardır, kişiyi ele geçirir, yapısını kişiliğini ona göre yönetir. Tıp bunlardan biri… Bazılarımız bu kimlik içinde kaybolmaya ve hayatının en odağı yapmaya hazırken bazılarımız kendilerimizi bu meslekle tanımlamamak, “olduğum kişi değil, yaptığım iş bu” diyebilmek isteriz. Eğilimimiz ne yönde olursa olsun bizler doktor olduğumuz an, daha çok da tek başımıza bu meslekte kaldığımız an bu mesleğin “olduruculuğunun” farkına vardık. Ve inanın çok yalnız kaldık. Birden baktık ki dımdızlak ortadayız, hoca yok, insani koşullar yok, saygı yok, arkamızda duran kimse yok… Bu durumun bir diğer adı; mecburi hizmet… Yalnızlığımızın ilk farkına vardığımız an… Çünkü bizi, sizler sevmiyorsunuz, devlet sevmiyor, diğer meslek grupları sevmiyor, biz birbirimizi sevmiyoruz… Koca bir yalnızlık…

Öncelikle şunu bilmenizi isterim, doktorların büyük çoğunluğu idealistik olarak giriyor bu işe. Hele ki bizim kuşak doktorlar… Arada kalan… Eski jenerasyonun motivasyonlarını tam olarak bilemiyorum, yeni kuşak ise mutlaka rahat bölüm istiyor, bu nedenle eskiden puanı yüksek olan yoğun bölümlerde yerlerde sürünüyor… Herkese de hak veriyorum, çünkü biliyorum, kolay değil. Ama bizim kuşak, biz gözümüz kapalı girdik bu işe. İnsanlara yardım edecektik, bilimde ilerleme yapacaktık… bla bla bla… Hele ben, idealizmin de idealisti, bir ders kaçırmadım üniversitede olur da eksik bir şey öğrenirim de birine zarar veririm diye… Cahil idealist J İnsan her şeyi gerçek anlamıyla tek kalınca anlıyor. Yeni kuşak bunun farkında, biz ise şapşal idealistlerdik. Statü için de istemedik bu mesleği, doktor statüsü eski kuşaklara ait olan ve orada bitmiş olan bir durumdu. Para için istemedik. Doktorlar sizin hayal ettiğiniz gibi para kazanmıyor. Bu ülkede para kazananlar tüccarlar, mankenler-futbolcular, ünlüler… Ama kalkıp da onları darp edip senin maaşını ben veriyorum demiyorsunuz… Onların kazandıkları sizi rahatsız etmiyor…. “Ayyyy ne tatlış olmuş” veya “çok iyi transfer oldu süper bir oyuncu” diyorsunuz… Ne kadar yalnız olduğumuzu anlatabiliyor muyum?

Sonra uykusuzluk… Ne oluyor biliyor musunuz? Senelerde her gece en az 3-4 kez uyanınca bu hayat boyu devam ediyor. Biz çoğunlukla deliksiz uyku bilmeyiz. Her gece en az 3-4 kere uyanırız biz. Uykusuzluk çeken bilir… sonra da ertesi gün devam ederiz ve bu böyle gider.

İnsanlar bizden her şeyi bekler. Sevgi, şefkat, güler yüz, mucize… Her şey iyi giderse Allah yardımcı olmuştur, en ufak bir terslikte yardımcı olmak için kendini paralayan o doktor, deccal olur.

Bakın arkadaşlar, biz de insanız. Belki bir gün robot teknolojisi yerimizi alacak ama şimdilik insanız. Biz her koşulda işimizi layığıyla yapmaya devam ediyoruz ama unutmayın ki biz de acıkırız, biz de üzülür kırılırız, korkarız, kızarız, tehdit edilince umutsuzlaşırız… Eğer bizi çok uzak görüyorsanız kendinize, çok suratsızsak, gıcıksak bunu siz yaptınız… Devletimiz yaptı. Doktor düşmanlığı modası da son gaz sürüyor… Arkadaşlar bizi rencide etmek için yanımıza gelmeyin lütfen. Sevmiyorsanız gitmeyin, konuşmayın… Üzgünüm bu böyle, biz de insanız.

Ben idealistlerin en idealistiydim. Konuşmaya başladıktan kısa bir süre sonra ben doktor olacağım dedim. On yaşından sonra bir de yazar olmak istedim, doktor-yazar olacağım dedim. Gözlerim doluyor bunları yazarken ama yazmak zorundayım, galiba pişmanım… Ben okuldayken sözel dersleri hep daha iyi olan bir çocuktum, Türkçeyi sonradan öğrenmeme rağmen en iyi dersim edebiyattı, müziğe ilgim vardı, sayısal derslere yeteneğim daha azdı başarım daha azdı sosyale kıyasla ama Tıp bir aşktı ve peşinden koştum. Başarabilmek için her şeyimi verdim. Şimdi diyorum ki keşke yazar olsaydım. Bir durup düşünün lütfen: Benim kadar idealist, paraya zarar verici ve yanlış ölçüde değer vermeyen, hırslı, başarı odaklı, inatçı, her şeyden çok merhametli biri bu hale geldiyse… Siz ne yapıyorsunuz?? Allahaşkına ne yapıyorsunuz…

Ben bayramımız olduğunu unuttum bugün, çünkü kutlanacak bir şey kalmadı. Fakat bizim merkezimize işlenmiş olarak sorumluluk anlayışıyla tam gaz yılmadan devam ediyoruz, edemeyecek duruma gelene kadar.


Empati

Empati karışık bir durumdur. Türk dil kurumuna göre tanımı: “Kişinin kendisini başka bir bilincin yerine koyarak söz konusu bilincin duygularını, isteklerini ve düşüncelerini, denemeksizin anlayabilmesi becerisi” şeklinde yapılmıştır. Fakat bu yeti iyi için de kötü için de kullanılabilir. Varlığı da yokluğu da, fazlası da eksiği de sorun yaratır. Varlığında; eğer aşırı ise,  kişiyi işlev göremez hale getirir. Bazı çalışmalarda aşırı empati olan kişilerin paradoksal olarak durumu anlayabilme kabiliyetinin azaldığını gösterilmektedir. Her durumda sosyal olarak işlev göremeyen bir birey söz konusudur. Yine kendi isimlendirdiğim ve tanımladığım bir kavram olan negatif empati yani “Nempati” durumu da sorunsaldır. Kişi karşısındakini anlar kendi o durumda olduğu zamanlarla kıyaslar ya da öyleymiş gibi hissedebilir fakat bunu aşırı fazla yapar. Empati yapayım derken Nempati yapar, buluttan nem kapar, konuyu kendisine çevirir. Kendini ön plana çıkarır, empati gösterdiği durumu kendine ait yapar. Yokluğunda ise çeşitli pskiatrik sorunlar söz konusu olabilir. Örneğin antisosyal bireylerde, narsistik kişilik bozukluğunda veya otizm varlığında…

Empati yapabilme yeteneği olmasına rağmen bunu yapmayan kişiler ise bencil olabilir.

Empatiyi kötüye kullananlar karşıdaki durumu bilip anlayıp, kendini de yerine koyup karşısındakini yargılamak, aşağılamak için kullananlar…

Kabaca; yaşamadığı şeylerle ilgili empati kuramayan insan biraz bencil yaşadıklarıyla bile kuramayan ise pskiatrik hastadır da denebilir…  

Yani empatinin varlığı da yokluğu da sorun yaratabilir. Evrimi konusu ise çok daha kapsamlı başka bir yazının yolcusudur.

Bu yüzden empati yapacak kadar bilgiye sahip olmasanız bile bilmeden yargılamayın!!! Dışarıdan kötü görünen, toplum geneli tarafından kınanan bazı durumları düşünün; mesela tembellik… Çoğu üşengecin, tembelin altında bir mükemmeliyetçi yatar… Mesela vurdumduymazlık… Kimi umursamazın altında kendine zarar verecek kadar umursayan zorlanmış bir ruh yatar… En rahat görünen kişilerin merkezinde her şeyi kafaya takan obsesif bir yapı barınıyor olabilir… Ya da kişiyi hemen bildimcilik ile belirli bir yere oturtmayın, olumlu görünen özellikler de olumsuz olabilir. Mesela tevazu… Aşırı mütevaziliğin altında aslında Tanrıcılık yatar. Ya da çok temiz saf görünen bir insan aslında alt yapısız ve basit yapılı olduğu için öyle görünüyor olabilir.

Her kimsenin kendine ait bir dünyası vardır. Bizim yaşamımıza bazen paralel bazen dik şekilde bazen yakında bazen uzakta devam etmektedir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, tepki verirken bunu göz önünde bulundurmak lazım diye düşünüyorum.


Üçüncü Kitap

Son Ada’yı okurken hepimiz duygu karmaşalarında dalgalandık. Kimi zaman üzüldük, kızdık ve çokça karakterleri eleştirdik. En çok da üzüldük çünkü her ne kadar bağımsız bir kurgu gibi okumaya çalışanlarımız olduysa da; ama başında ama sonunda başarısız olduk. Ne kadar çalışırsak çalışalım üzerimize bütün dürüstlüğü ile tutulan aynayı görmemezlik edemedik.

Hepimizin farklı yorumları oldu bu kitapla ilgili ve her bir yorumla biraz daha zenginleştiğimi hissettim. Hemfikir olduğumuz nokta kitabın yalın dili idi. Düşündük ki Zülfü Livaneli büyük bir cesaretle yazdığı bu romanını herkes anlasın istemiş. Hatta öyle ki; bir de çocuklar için bir sürüm çıkarmış. (Son Ada’nın çocukları) Diğer kitaplarındaki edebi işlemeleriyle kendisini tanıdığımız için kendini yalınlaştırmadaki başarısını da takdire şayan bulduk.

Bu kitap bize demokrasiyi sorgulattırdı. Demokrasi mi yanlıştı yoksa biz demokrasiyi aslında hiç görmemiş miydik? İnsanların medeni bir şekilde bir arada yaşayabilmeleri için bir takım kurallar gerekiyor, kabul. Bunun yolu da yönetim biçimleri, başkanlar v.b diye gidiyor. Fakat toplumsallaşmak aynı zamanda bireysel düşüncenin hükmünü geçersiz kılıyor ve bununla birlikte kabulleniş ve unutkanlık geliyor.

Benim şahsi görüşüm bu kitabın ülkemizi birebir yansıttığı ve hatta bütün insanlığı anlattığı yönündedir. Öyle görüyorum ki, toplum hafızasının ne kadar zayıf olduğunu anlatır bize. Dikkat edin çok güçlü, zengin ve istedikleri her şeye sahip olan insanlar her zaman iyi insanlar olmuyor. Fakat bu insanlar akıllı insanlar. Çekim yasasını kendine çevirmeyi başarmış olan kişiler. Bu senaryoda böyle bir başkan var. O başkanın öyle bir dili var ki; varı yok, yoğu var görmenize neden oluyor. Anlattığı saçma sapanlıkları öyle güçlü ve inandırıcı bir dille aktarıyor ki düşüncesine en hakim kişi bile “acaba mı?” diyebiliyor. Bir tümör gibi yayılıyor bu adamın inandırıcılığı. Bir çıkar ihtimali ile oltasına yaklaştırdığı balıkları daha sonra tehditleri ile korkutarak çevresinde tutabiliyor. Yani önce etkiliyor sonra umutlandırıyor daha sonra korkudan felç ederek istediği kıvamda tutuyor insanları. Bütün bunları yaparken onun söylediği yalanları ve yaptığı çarpıtmaları gerçek zannediyor artık toplum, çünkü toplum hafızası böyledir. Unutkandır… Öyle olmasa dünya tarihi, kendi tarihimiz veya dinlerin tarihi hakkında gerçekleri bilip onları öğretiyor olmaz mıydık çocuklarımıza… Maalesef dünya tarihi hep bu çekim yasasını sömüren ve gerçekliği kendi istediği gibi algılattıran örneklerle dolu. Biz ise sadece bu piyeste oynayan küçük parçalarız… Kendini herkesten önemli zanneden ve bu kanısını gerçekliğe çevirenlerin kurguladığı gerçekliğin gerekli ama değiştirilebilir parçaları… Bu yüzden kızamadım ben o haysiyetsiz gibi görünen dönek insanlara, çünkü çoğu farkında olmadan bu tuzağa düşmüşlerdi.

Ah o semboller… Herkes için farklı yorumlanabilen ama mutlaka var olan ve çoğunu muhtemelen fark edemediğimiz semboller… 24 numaralı sakin yani Avukatın ölmesi ile başlayan olaylar… Yirmi dört numaralı evin satılığa çıkması, avukatın ölmesi yani adaletin ölmesi ile başlıyor aslında hikaye. Daha sonra martılar, kimi o martıları doğa olarak gördü. Yani insanoğlunun gün geçtikçe tamir edilemez biçimde zehirlediği gezegenin sembolü olarak, kimi de kimseye zarar vermeden kendilerince var olmak için uğraşan nispeten hırssız halk olarak nitelendirdi onları…  Başkan gibi o kadar insan var ki yeryüzünde, herhangi birini veya her birini simgeleyebilir… O aydın yazar… Susturulanların bir sembolü… Lara, her koşulda gerçeği sezinleyebilen, güçsüz gibi görünen ama çok güçlü olan, korkak gibi görünen ama çok cesur olan, cahil gibi görünen ama çok bilge olan kadının temsili… Kadınların toplumda her zaman elzem bir rol oynayacaklarının sembolü… Dümdüz bir metin içine gizlenmiş yüzlerce benzetme, gönderme, imge, simge… Ne derseniz… Bana kalırsa büyük bir edebi başarı. Hem takdir ediyorsunuz Zülfü Livaneli’yi hem de onun için korkmadan edemiyorsunuz okudukça…


Hesapsız İnsanlar

‘This is us’ izlerken çok önemli bir noktanın farkına vardım. Ergenliğe yeni girmiş bir kız çocuğu amcasına kendisini ne zaman bulabileceğini soruyordu;  “ben kimim, neyi sevmeliyim, ne istemeliyim beni ben yapan nedir ve bu beraberinde ne getirir” tarzında sorular. Amcanın verdiği cevap ise her yaşa hitap bir şaheser idi kanımca… Eğer hayatı otomatik pilota almamışsanız ve narsist değilseniz hepimiz hayatımızda bazen az bazen çok “kendimizi” aramaktayız. Kevin diyordu ki: “ Öğrendiğim bir şey varsa kim olduğumuzu bir anda öğrenmiyoruz. Uzun bir zaman sürecinde meydana geliyor. Hayatı yavaşça fakat bu parçaları toplayarak yaşıyoruz. Sonra gün geliyor kendimizi tamamlanmış hissedecek kadar parça toplamış oluyoruz”. Hep duyuyoruz ya kötü anılarınıza iyileri kadar sahip çıkın diye, çünkü onlar da bizi biz yapıyor. Hayatımızda topladığımız her parça pozitif ve negatif olarak kişiliğimiz ve ruhumuz olan bu legonun inşasında rol oynuyor. Her parça için minnet duymalıyız çünkü bizi biz yapıyor. Kendimizle barışık olmak, kendimizi sevmenin de bir yolu budur. Kendimizi bulmak çocukken zor ise yetişkinken daha da zor hale geliyor. Çünkü normalin sınırlarında gezen çocuklar eğer dışlanmazlarsa farklılıkları ile özel olurlar ve ilgi çekerler, hatta çocuklukta ilgi çekmek için farklı olmaya çalışmak hele ergenlikte önemli bir geçiş ritüelidir ve o dönemler geçince, parçalar birikince, kişiliğin, bireyin taslağı son halini aldıkça ya çok ya da az farklı kalır. Yetişkinlikte farklı olmak ise yalnız olmak demektir; maalesef… Genelde çocukluktaki gibi alay edilme, dışlanma şeklinde değil de kişinin kendi seçtiği bir yol olarak görülür. Yetişkinler vakitlerine değer verir, kaliteli olmasını ister. Kendini anlamayacağını düşündüğü veya birlikte vakit geçirmenin kendisine pozitif bir katkı sağlamayacağı kişilerle vakit geçirmek istemezler… Yetişkinlerin merakı da körelmiştir, farklı insanlara çok da ilgi duymazlar zaten, en fazla eleştirirler… Yani küçükken farklı olmak, özel olmak ilgi çekmek demekti büyünce ise yalnızlık demek… Ama yetişkinken bu farklılığa rağmen ruhuna ilaç bir arkadaş bulmak… Mucizedir!!!!

Çocukluktan evrilirken farksızlaşmayı başaramamış yetişkinlere gelsin sözlerim… Bu insanlar hesapsız insanlardır. Hayatı satranç gibi oynamayan iyisiyle kötüsüyle 2-3 adım sonrasını düşünmeyen kişilerdir. Bu insanların hayata uyum sağlamaları çok zordur. Ya yalnızlıktır onları bekleyen ya da hesaplı birliktelik; ki bunu farkında vardıkları an ruhları ölür…  Keşke bizi bir adaya kapatsalar da herkes rahat etse…

Birlikte yaşamak için yürek gerekir, içten yaşamak için … gerekir… Ya konuş hesabını yaptıklarının ya da hiç konuşma… Ya da başka bir deyişle…

Mevlana demiş ki;

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.

Hoşgörülükte deniz gibi ol.

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.


29 Mart- Hayatımın 36. Bin kilometresinde… Algı Bakımı…

Yoğun olarak hissediyorum hayatımı tekrar bakıma alışımı… En son 33. Bin kilometrede bu bakımı sizlerle paylaşmıştım. Daha sonra hayat oldu, olmaya devam etti ve ben kendimi akışa bıraktım. Çünkü yaşananlar müdahale edilemeyecek kadar ağır idi. Gözlerimi açıp aktif hale gelirsem durumun daha da farkına varırsam oradan hiç çıkamam diye düşündüm belki de… 2 yıl geçti, fırtına duruldu, içimden kopup gidenler gitti, zararlar ruhen ve bedenen meydana geldi, şimdi ise toparlanma vakti. Hayatımın bu seferki bakımında farkındalığımı arttırma peşine düştüm. Önceki yıllarda kendimle ilgili yanlış bulduğum, çeliştiğim noktalardan neden olduğunu, neye hizmet ettiğini anlamaya ve kabullenmeye başladım. Mesela adaptasyon yeteneğim… Beni gerçekten çok kişi bilmez. Herkes bildiğini sanır, herkesin bir fikri vardır benimle ilgili ama hiç biri bütünü yansıtmaz. Hepsi farklı bir parçamı bilir çünkü çatışmadan hoşlanmayan ben, hepsine uyum sağlayacak parçamı paylaşırım ancak. Beni ise en yakınlarıma saklarım… Belki de “senin de nazın bana geçiyor”, “hep afrası tafrası en yakınlarına” sözlerinin meydana gelişi benim gibi insanlar nedeniyle olmuştur  smileBu özelliğim yıllarca zihnimde kendime duyduğum saygıda çelişkiler yarattı. Çünkü o zamanlar o özelliğimi korkaklık, riyakârlık, çatışma fobisi olarak değerlendiriyordum. Fakat bu yılki bakımımda yeni tanışmama rağmen çok sevmiş olduğum ve takdir ettiğim tazecik bir arkadaşım sayesinde bunu aslında bir tür olgunluk, çevreyi algılayabilmek, anlayabilmek ve kendini bilmek olduğunu keşfettim.

Yavaş yavaş beni mutlu eden her şeyi hayatıma geri almaya başladım. Ya hep ya hiç kişiliğine sahip olan insanlar ruhu ve yaşantısı hastayken, bir tuşa basar sanki, her şeyi kapatır. Ne yazar, ne çizer, ne okur ne de ruhunu besleyen başka bir şeyle uğraşır. Sadece hayatta kalmak için yapmakla yükümlü olduğu ve başkasına karşı sorumluluklarının gerektirdiklerini yaparlar… Yarı yaşam diyorum buna… Kişinin yarısı yaşıyordur sadece. Topluluk içinde işlev gören yarısı… Diğer yarısı beklemededir… Onu artık uyandırdım, algımı nelerin güçlendirdiğini keşfettim, bir tetik silsilesi misali kendim olma yoluna geri girdim.

Büyümek algım üzerinde harika yeniliklere neden oldu. Önceki bakımımda bir aşk kadını olduğumu söylemiştim, fakat aşkın süreci ile ilgili algım olgunlaştı, değişti. Aşk’ın tdk’daki tanımı “bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı sevgi ve bağlılık duygusu.” Aşkın; her şeyin mutlaka aynı şekilde devam etmesi anlamına gelmediği aynı zamanda yenilenmesi, farklı bir şekil alması, olgunlaşması ile daha güçlü hale gelebileceğini öğrendim. Eskiden Aşkı o kelebeklenme hissi ile tanımlardım, yokluğunda ben de kaybolurdum. Kelebeğin ömrü ne kadar ki? Aşkın ilk evresi de işte o kadar sürer… Şunu öğrendim; sonraki evreler çok daha güzel. Kaybetme korkusu, karşısındaki bulmaca gibi çözmeye çalışma uğraşı ile aşılanmış aşk daha şiddetli hissedilir fakat benliğe-ruha zararı aşktan soğutmaya yetecek derecededir. Bu bakımda olgun aşka tamah etmeyi öğrendim. Aşk hayatımızda her yerde var. Onu algılamak önemli olan. Algınıza alın aşkı. Hayatınızı aşkla doldurun… Güne başlarken sizi bir gülümsemeyle yolunuza gönderebilen kişileri tutun orada… Çevrenizdeki canlılara, objelere, olgulara, bilgilere heyecanınızı merakınızı canlı tutun; o zaman her köşede bir parça aşk sizi bekler…

Biraz da algıyı düşürmek gerekebilir diye düşündüm bu bakımda. Algısı yüksek bir insan olmak çevredeki birçok olayın, tepkinin ve hissiyatın farkında olmak demektir. İşini yapmaya çalışırken bir çok değişken döner durur çevresinde bu insanların. Odaklanırken algıyı da kısmak zaman zaman faydalı olabilir. Algısı düşük veya normal kişilerde bu empati azlığına nenen olabilirken algısı yüksek kişilerde çok da güzel bir duruma dönüşür J Bazen kabustur çünkü algı… Mesela karşındaki insanın seni kırdığını düşündüğünü biliyorsun, algılayabiliyorsun, fakat gerçekte kırmamıştır, o kişiyi bilirsin tanırsın iyi niyetin insaniyetin merkezidir, ne yazık ki o yanlış düşünüyor diye düşünür üzülür algına sokar, algınla davranışlarını değiştirirsin… Dedim ya kabus. Anlatması bile. Ya da karşındaki insanın bir davranışı olur seni hiç rahatsız etmez, hoşuna bile gidebilir fakat onun bunun tersine düşündüğünü hisseder ve sanki o algıyla rahatsız etmiş gibi davranırsın falan filan… kısacası çok hassas olmayacaksın kardaş!!!!!

Benlik duygusunun varlığı, baskınlığı veya yetersizliği hayatımızda en çok felsefi olmak üzere tartışılmış olan bir olgudur. Abartılmış benlik ile şişirilmiş egonun hor görülmesi yelpazenin bir ucunda, diğer ucunda ise yetersiz benlik duygusu olanların aşağılanması bulunmaktadır. Azı karar çoğu zarar yasası sanırım burada en etkili silahtır. Sürekli egonun zararlarından bahseden, her konuşmayı, her yazılanı oraya bağlayan kişinin derininde bu konuyla ilgili sıkıntısı vardır. Ve kanımca benlik duygusu çok gelişmiş kişilerin sorumluluk anlayışı da baskındır. Kötü gibi görünen birçok özelliğin ek getirisi vardır. Bazen kendimizi kaf dağında görür karşımızdakileri insani zaafları yüzünden küçük görürüz, bunu yapmamak lazım.

Bilimin bile pozitif kabul edilmediği bilim dalları vardır… Kanıta dayalı tıp ile çıkar gözetmeksizin yapılan çalışmalar ışığında bile olsa hiçbir zaman genelleme yapılmamalıdır, unutulmamalıdır ki hastalık yoktur hasta vardır… ve genellemeler çok zarar verir. Bunu hem sağlık çalışanı düşmanları hem de sağlık çalışanları zaman zaman yapabilmektedir. Bana öyle görünmektedir ki, kişi en inançlı olduğu davasında bile, kendi kişisel sınırları- benliği ve ailesi için gösterdiği hassasiyeti uygulayabilmelidir, öngörülü-içgörülü ve sağduyulu olabilmelidir.

Bu yıl ki bakımım devam edecek duyduğum minnet ise hiçbir zaman bitmeyecek. Öyle minnettarım ki sahip olduklarım, geride bıraktıklarım ve henüz yelken açmadıklarım için…