Popüler Yazılar

O çuval (2002)

2002 YILI

O ÇUVAL

 

-“Hanımlar, beyler… Bu fırsat kaçmaz, bir daha bu fiyata bulamazsınız, demedi demeyin, aşkta promosyon var, pahalıya gitmeyin,gelin… gelin, aşkta promosyon var!”

Bir grup kadın vardı, önlere geçebilmek için kapışıyorlardı, bir tanesi bağırdı:

-“ Kaça veriyorsun?”

- “Bir parça güven, bir tutam şevkat, bir torba dolusu güzel söz ve bir gelecek vaadi ile alabilirsiniz”

- “Öyle orada burada aramayın, aşk ayağınıza geliyor, bunu kaçırmayın, 100 % tatmin garantilidir”

Bedelini öğrenenlerden bir grup ayrılan oldu pazarcının başından, bir başka kadın, orta yaşlarında kederli bir ses tonu ile sordu:

- “Ya beğenmezsek, ya bozuk çıkarsa?”

- “Çıkmaz abla, bunlar 100% tatmin garantilidir, ayağınıza getiriyoruz, kaçmaz bunlar, altın fırsat, hayal ettiğiniz her şey, bugüne kadar arayıp da bulamadığınız, bedeli de yüksek değil, bunlar ömür boyu gider abla”

 

Önümde bir çuval duruyordu, bir adamın satılmaya konmuş aşkıydı, aşkını ortaya atmıştı, kim alırsa ona verecekti. İlk karşıma çıkan oydu, diğer çuvallar daha bir arka planda duruyordu, sanki bu eylem hoşlarına gitmiyormuş gibi, şartlar onları buna zorlamış gibi. Ama tam önümde duran çuval kendini ortaya atmıştı. Bağını çözdüm içine baktım. Gözlerim kamaştı. Amca doğru söylemişti. Ne hayal ettiysem onun içindeydi. Sıcaklık, güven, romantizm, sevgi, delilik, endam, tatlılık hepsi o çuvalın içindeydi. Gözlerim kamaştı, inanamadım. Bunun olabileceğine, hepsini bir anda aynı çuvalda bulabileceğime inanamadım. Uzun süre durdum çuvalın başında. Al beni al beni diye bağırıyordu sanki. Yanımda arkadaşlarım vardı, al diyorlardı bana, bir daha bulamazsın ve pişman olursun diyorlardı. Almayacaktım, gerçekten almayacaktım ama aynı zamanda çuvalın içinde içtenlik ve olgunluk da gördüm. Ve bir anda, başkasının almasından korkarak, eğildim kuşku dolu gözlerle çuvalı süzdüm, bana güven verici bakışlar attı, gözlerim doldu, inanamadım aradığım her şeyi o an bulduğuma. Karşılığında kalbimi ve ruhumu vererek… Tam ben giderken amca dedi ki:

  • “Unutma kızım, beslemezsen açlıktan ölür”
  • “nasıl besleyeceğim amca?”
  • Her ögünde bir damla hayatından akıtacaksın içine” dedi Sanıyordum.Doğru pazarcı amcaya gittim. Olayı anlattım.Çuvalı çıkarırken hangi çuval olduğunu görünce birden sustu. “ O çuvalsa olmaz” dedi, “ O buraya nasıl karışmış bilmiyorum. Daha önce de canımızı yaktı bizim, satışlarımızı etkiledi. Onu postalamak için ayrı bir yerde tutuyorduk.”“ Nesi var amca bu çuvalın, en güzeliydi, bana en uygun olanıydı, gerçekti, nesi var amca?!!!” Sesim titriyordu. Amca da etkilenmişti, çok üzgündü, sorumluluk hissediyordu:Amcanın gözleri dolmuştu. Çok üzgündü ama yapabileceği bir şey yoktu. Hüngür hüngür ağlıyordum. Birden sustum, masumiyeti tüketilmiş gözlerimi çuvala diktim. Sonra amca ile kısık, titrek ve her an kopmaya hazır bir ses tonu ile konuşmaya başladım:Amca beni teselli edemeyeceğini anlamıştı ama yine de devam etti sözlerine: “ O çuval tükettiği yaşamlar ile yaşayan bir çuval, sen ne şekilde istiyorsan onu o şekilde olur. Her türlü olabilir, her şekle girebilir. Bu yüzden üzülmemelisin çok, çünkü kendini adadığın çuval aslında o değildi, o değişti bile. Görüp de aşık olduğun her şey, görmek istediklerindi. Ve gözün kör olduğu için değil sadece o kendini öyle gösterdiği için gördün onları. Onu bir sonraki alanın doğrultusunda, bambaşka biri de olacak bundan sonra, bu yüzden elinden geldiğince üzülme kızım.”Gözlerim yaşlı ayrıldım pazarcı amcanın yanından. Uzun süre öyle kalacaktım, biliyordum.
  •  
  •  
  • “ Amca onu alırken büyük bir bedel ödemiştim. Güvenimi sammimiyetimi, umudumu, şevkatimi, ruhumu, kalbimi ve yaşamımı verdim. Bedeli çok daha azken… Fazlasını verdim amca. O da beni “bir parça güven bir tutam şevkat, bir torba dolusu güzel söz ve bir gelecek vaadi ile satın aldı. Kendi fiyatına beni aldı. Sonra ona sürekli hayatımdan damlattım, evet belki bazen yetişemedim ama amca fazla mı geldi ona bütün bunlar? Sadece bedelini olduğu gibi ödeyip, gitmeli miydim? Çünkü ona bütün hayatımı akıttım. Ve kendime bir şey kalmadı. Çok içim acıyor, canım yanıyor.
  • “ Kızım o çok nankör bir çuvaldır. Diğer çuvallar buradalar çünkü hayatta umutlarını yitirmişler, aşkı bulmaktan ümidi kesmişler. Belki huzuru bulabilecekleri umudu ile kendilerini öylece ortaya atmışlar. Ama o çuval, o hep başkalarından bir şeyler tüketerek yaşayan bir çuval. O sadakat ve bağlılık dolu bir çuval değil. Sürekli birileri alsın diye kendini ortaya atan bir çuval sadece. Onun bir öğününü vermezsen, hırçınlaşır, bencilleşir, bütün ışıltısı söner. Bunu hemen de belli etmez. Oysa hiçbir çuval her öğün beslenemez çünkü kimsenin buna ayıracak vakti veya hayatı yok. O çuvala ne kadar bakım yaparsan yap, yapmadıklarını görür ve her şeyden seni sorumlu tutarak birdenbire simsiyah oluverir.”
  • Gözlerim yaşla doldu.
  • “ Kızım ücretini geri öderiz, 100% tatmin garantili...”
  • Bir sabah uyandım, çok mutluydum. Çuvalın varlığı bile beni sevindirmeye yetiyordu. Bağını çözdüm, içine baktım. Simsiyahtı. Bütün ışıltılar yok olmuştu. Kendimi yere bıraktım, bedenim yerde kıvranıyordu, ruhum havada asılı kalmıştı. Inanamadım bunun doğru olduğuna, mutlaka başka bir şey olmalıydı. Başka bir açıklaması olmalıydı bu işin.
  • Eve döndüm içini açtım. Gördüğüm her şey sonuna kadar doğruydu. Zamanla bazı pürüzleri olduğunu gördüm. Ama onlar bile güzel geliyordu bana. Ona her öğünde bir damla yaşamımdan damlatıyordum. Yoğun programım nedeniyle onu besleyemediğim zamanlar oluyordu ama o buna katlanabilir görünüyordu. O da hep beni beklemişti ve benim için her şeye katalanabilirdi.
  • Seve seve kabul ettim, böyle bir çuval için her şeye değerdi.

Üçüncü Kitap

Son Ada’yı okurken hepimiz duygu karmaşalarında dalgalandık. Kimi zaman üzüldük, kızdık ve çokça karakterleri eleştirdik. En çok da üzüldük çünkü her ne kadar bağımsız bir kurgu gibi okumaya çalışanlarımız olduysa da; ama başında ama sonunda başarısız olduk. Ne kadar çalışırsak çalışalım üzerimize bütün dürüstlüğü ile tutulan aynayı görmemezlik edemedik.

Hepimizin farklı yorumları oldu bu kitapla ilgili ve her bir yorumla biraz daha zenginleştiğimi hissettim. Hemfikir olduğumuz nokta kitabın yalın dili idi. Düşündük ki Zülfü Livaneli büyük bir cesaretle yazdığı bu romanını herkes anlasın istemiş. Hatta öyle ki; bir de çocuklar için bir sürüm çıkarmış. (Son Ada’nın çocukları) Diğer kitaplarındaki edebi işlemeleriyle kendisini tanıdığımız için kendini yalınlaştırmadaki başarısını da takdire şayan bulduk.

Bu kitap bize demokrasiyi sorgulattırdı. Demokrasi mi yanlıştı yoksa biz demokrasiyi aslında hiç görmemiş miydik? İnsanların medeni bir şekilde bir arada yaşayabilmeleri için bir takım kurallar gerekiyor, kabul. Bunun yolu da yönetim biçimleri, başkanlar v.b diye gidiyor. Fakat toplumsallaşmak aynı zamanda bireysel düşüncenin hükmünü geçersiz kılıyor ve bununla birlikte kabulleniş ve unutkanlık geliyor.

Benim şahsi görüşüm bu kitabın ülkemizi birebir yansıttığı ve hatta bütün insanlığı anlattığı yönündedir. Öyle görüyorum ki, toplum hafızasının ne kadar zayıf olduğunu anlatır bize. Dikkat edin çok güçlü, zengin ve istedikleri her şeye sahip olan insanlar her zaman iyi insanlar olmuyor. Fakat bu insanlar akıllı insanlar. Çekim yasasını kendine çevirmeyi başarmış olan kişiler. Bu senaryoda böyle bir başkan var. O başkanın öyle bir dili var ki; varı yok, yoğu var görmenize neden oluyor. Anlattığı saçma sapanlıkları öyle güçlü ve inandırıcı bir dille aktarıyor ki düşüncesine en hakim kişi bile “acaba mı?” diyebiliyor. Bir tümör gibi yayılıyor bu adamın inandırıcılığı. Bir çıkar ihtimali ile oltasına yaklaştırdığı balıkları daha sonra tehditleri ile korkutarak çevresinde tutabiliyor. Yani önce etkiliyor sonra umutlandırıyor daha sonra korkudan felç ederek istediği kıvamda tutuyor insanları. Bütün bunları yaparken onun söylediği yalanları ve yaptığı çarpıtmaları gerçek zannediyor artık toplum, çünkü toplum hafızası böyledir. Unutkandır… Öyle olmasa dünya tarihi, kendi tarihimiz veya dinlerin tarihi hakkında gerçekleri bilip onları öğretiyor olmaz mıydık çocuklarımıza… Maalesef dünya tarihi hep bu çekim yasasını sömüren ve gerçekliği kendi istediği gibi algılattıran örneklerle dolu. Biz ise sadece bu piyeste oynayan küçük parçalarız… Kendini herkesten önemli zanneden ve bu kanısını gerçekliğe çevirenlerin kurguladığı gerçekliğin gerekli ama değiştirilebilir parçaları… Bu yüzden kızamadım ben o haysiyetsiz gibi görünen dönek insanlara, çünkü çoğu farkında olmadan bu tuzağa düşmüşlerdi.

Ah o semboller… Herkes için farklı yorumlanabilen ama mutlaka var olan ve çoğunu muhtemelen fark edemediğimiz semboller… 24 numaralı sakin yani Avukatın ölmesi ile başlayan olaylar… Yirmi dört numaralı evin satılığa çıkması, avukatın ölmesi yani adaletin ölmesi ile başlıyor aslında hikaye. Daha sonra martılar, kimi o martıları doğa olarak gördü. Yani insanoğlunun gün geçtikçe tamir edilemez biçimde zehirlediği gezegenin sembolü olarak, kimi de kimseye zarar vermeden kendilerince var olmak için uğraşan nispeten hırssız halk olarak nitelendirdi onları…  Başkan gibi o kadar insan var ki yeryüzünde, herhangi birini veya her birini simgeleyebilir… O aydın yazar… Susturulanların bir sembolü… Lara, her koşulda gerçeği sezinleyebilen, güçsüz gibi görünen ama çok güçlü olan, korkak gibi görünen ama çok cesur olan, cahil gibi görünen ama çok bilge olan kadının temsili… Kadınların toplumda her zaman elzem bir rol oynayacaklarının sembolü… Dümdüz bir metin içine gizlenmiş yüzlerce benzetme, gönderme, imge, simge… Ne derseniz… Bana kalırsa büyük bir edebi başarı. Hem takdir ediyorsunuz Zülfü Livaneli’yi hem de onun için korkmadan edemiyorsunuz okudukça…


Hesapsız İnsanlar

‘This is us’ izlerken çok önemli bir noktanın farkına vardım. Ergenliğe yeni girmiş bir kız çocuğu amcasına kendisini ne zaman bulabileceğini soruyordu;  “ben kimim, neyi sevmeliyim, ne istemeliyim beni ben yapan nedir ve bu beraberinde ne getirir” tarzında sorular. Amcanın verdiği cevap ise her yaşa hitap bir şaheser idi kanımca… Eğer hayatı otomatik pilota almamışsanız ve narsist değilseniz hepimiz hayatımızda bazen az bazen çok “kendimizi” aramaktayız. Kevin diyordu ki: “ Öğrendiğim bir şey varsa kim olduğumuzu bir anda öğrenmiyoruz. Uzun bir zaman sürecinde meydana geliyor. Hayatı yavaşça fakat bu parçaları toplayarak yaşıyoruz. Sonra gün geliyor kendimizi tamamlanmış hissedecek kadar parça toplamış oluyoruz”. Hep duyuyoruz ya kötü anılarınıza iyileri kadar sahip çıkın diye, çünkü onlar da bizi biz yapıyor. Hayatımızda topladığımız her parça pozitif ve negatif olarak kişiliğimiz ve ruhumuz olan bu legonun inşasında rol oynuyor. Her parça için minnet duymalıyız çünkü bizi biz yapıyor. Kendimizle barışık olmak, kendimizi sevmenin de bir yolu budur. Kendimizi bulmak çocukken zor ise yetişkinken daha da zor hale geliyor. Çünkü normalin sınırlarında gezen çocuklar eğer dışlanmazlarsa farklılıkları ile özel olurlar ve ilgi çekerler, hatta çocuklukta ilgi çekmek için farklı olmaya çalışmak hele ergenlikte önemli bir geçiş ritüelidir ve o dönemler geçince, parçalar birikince, kişiliğin, bireyin taslağı son halini aldıkça ya çok ya da az farklı kalır. Yetişkinlikte farklı olmak ise yalnız olmak demektir; maalesef… Genelde çocukluktaki gibi alay edilme, dışlanma şeklinde değil de kişinin kendi seçtiği bir yol olarak görülür. Yetişkinler vakitlerine değer verir, kaliteli olmasını ister. Kendini anlamayacağını düşündüğü veya birlikte vakit geçirmenin kendisine pozitif bir katkı sağlamayacağı kişilerle vakit geçirmek istemezler… Yetişkinlerin merakı da körelmiştir, farklı insanlara çok da ilgi duymazlar zaten, en fazla eleştirirler… Yani küçükken farklı olmak, özel olmak ilgi çekmek demekti büyünce ise yalnızlık demek… Ama yetişkinken bu farklılığa rağmen ruhuna ilaç bir arkadaş bulmak… Mucizedir!!!!

Çocukluktan evrilirken farksızlaşmayı başaramamış yetişkinlere gelsin sözlerim… Bu insanlar hesapsız insanlardır. Hayatı satranç gibi oynamayan iyisiyle kötüsüyle 2-3 adım sonrasını düşünmeyen kişilerdir. Bu insanların hayata uyum sağlamaları çok zordur. Ya yalnızlıktır onları bekleyen ya da hesaplı birliktelik; ki bunu farkında vardıkları an ruhları ölür…  Keşke bizi bir adaya kapatsalar da herkes rahat etse…

Birlikte yaşamak için yürek gerekir, içten yaşamak için … gerekir… Ya konuş hesabını yaptıklarının ya da hiç konuşma… Ya da başka bir deyişle…

Mevlana demiş ki;

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.

Hoşgörülükte deniz gibi ol.

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.


Lohusa olmak/ Ebeveyn olmak / Anne olmak

Lohusa olmak/ Ebeveyn olmak / Anne olmak

 

O doğalı 23 ay oldu ve ben yeniden yazmaya ancak başlayabildim. Notlar aldım, fikirlerimi yitirmedim ama onları bir araya getirebilmek ve eski kendim olamayacağımı anladıktan sonra yeni “kendim”i bulabilmek ve onu cümle içinde kullanmayı öğrenebilmek zaman aldı. Yine de tam öğrendim diyemem. Ama birkaç aydır kendimi yeniden cümle kurmaya hazır hissetmeye başladım yavaş yavaş.

Lohusa olmak

Bebeğimi kucağıma aldığım andan itibaren bambaşka biri olmuştum. Yaralı, endişeli, korkak… Herkesin yaşadığı süreç elbette farklıdır fakat benim hayatımda yaşadığım en zor dönemdi. Yemek yemeyi çok seven ben o dönemde zorunda olduğum için yiyordum. Sıcakmış soğukmuş baharatmış tuzmuş hiç umrumda değildi. Aklım hep bebeğimin yediklerindeydi. Aklımda, kalbimde düşüncelerimde başka hiçbir şeye yer kalmamıştı, ondan başka. Doğumdan sonra ilk günlerde iyi beslenememişti. Inatlaşmıştı benimle emmemek için. Kendimi bir zorba gibi hissetmiştim. O zaman anlamıştım ona hiçbir şeyin zorla yaptırılamayacağını (belki de herkesin ortak noktasıdır?). Şekeri düşmesin diye zorla meme vermekle uğraşıyordum bana çok kızıyordu ve ben ağlıyordum zorla vermeye çalışmam karşısındaki çaresizliğini bana karşı koyamayışına ağlıyordum. Sonra uykuları… biliyordum ki büyüme hormonu uykuda salgılanıyor, uykuları bana dert oluyordu. Uyusun da büyüsün ninni… Bir de o rüyalar… Kimi zaman saçma sapan kimi zaman korkulu karabasanlı rüyalar… Bilinçaltımın derinlerine gömdüğüm her korku, her yetemezlik duygusu, her yenilgi rüyalarımda savaşa giriyordu sanki. Bir de çevreden gelen yorumlar. Bizim insanımız kadın doğum ve pediatri uzmanıdır ve aynı zamanda psikologtur. Her şeyi bilir. Fakat bir arkadaşımın bir tavsiyesi gerçekten çok işime yaramıştı. Yavaşla dedi sadece… Ebeveyn olmak galiba bu yoldan geçiyor. Yavaşlamak ve sabırlanmak. Önce kendinizin sonra çocuğunuzun maskesini takın derler uçak yolculuklarında… Annelik de öyle olmalı mutlaka fakat insanın yenidoğan bebeği olunca bebeği iyi olmadan kendisine bakamıyor ki maskesinden ne kadar oksijen gelirse gelsin. Kısacası çaresizdim. Gazı yeterince çıktı mı? Bakın çıktı mı demiyorum… Yeterince… Karnı mı ağrıyor, doydu mu…

Bir anda gelen bu olağanüstü değişime ayak uydurmak çok zor geliyor insana. Bir anda her şey değişiyor; bütün dünyan, yediğin lokma, içtiğin su aldığın nefes o oluyor. Bunu kabullenmek  özgürlüğünden bir parça vazgeçmek demek. İyisiyle kötüsüyle her şey o artık… Evlilik yıl dönümüzde o 18 günlük bir bebekti. O gün sanırım gerçekten kabullendim. Ben artık bir anneydim. Ve kendimi toparlamam gerekiyordu. Kişiden kişiye değişiyor mutlaka, bazıları bebeklerini o kabulle alıyor kucağına fakat herkes öyle değil. En güzel esaret çünkü annelik. Herkes için özgürlük kolayca elden çıkarılabilen bir kavram değil ama çıkarınca tahminim o ki daha da özgürleşeceğim. Bakalım…

Yardım kabul etmek konusunda daha olgun ve daha cesur insanlar bu dönemde daha rahat edebiliyor. Insanın kendi ebeveynleri torunları söz konusu olunca çok daha yapıcı ve kucaklayıcı oluyorlar. Kendi çocuklarında belki yapamadıklarını yapıyorlar. Onları egosuz sevip korku hissettirmeden yanlarında olabiliyorlar. Mümkünse bu destekten mutlaka yararlanmak gerekli. Ben ilk günlerde kimsenin yardımını ve yapıcı yorumlarını dahi istemedim. Çünkü lohusa kafası bambaşka bir şey. Bu tür yardımları ve yorumları açık gönlülükle kabul etmeye hazır olan kadınlar bile çok daha kolay incinebilir bu dönemde. Benim annem beni kırmadan destek olmaya çalıştı. Beslenme sorunu yaşadığımız o ilk günlerde bebeğimizin emip emmediğini kontrol etmeye çalışırdı fakat bunu da kendi yavrusunu kırmadan yapmak ister gibi sessiz ürkek sırtını kamburlaştırarak kaçamak bakışlarla yapardı. Onu öyle gördükçe daha çok ağlamak isterdim. Çevrenizde sizi korumak için elinden geleni yapmaya hazır kişiler yoksa çevrenizi değiştirin kendinizi koruyun. Çünkü o dönemde insan zaten hep yanlış yapıyorum duygusu ile boğuşuyor. Anladıklarımdan biri ise o duygu tamamen hiç geçmiyor. Sadece bir tık daha mantık çerçevesine sığmaya başlıyor. Anladım ki ebeveyn olmak üç adım ileri giderken iki adım geri gitmekmiş mutluğumuzun derecesi de o bir adıma şükredip iki adıma hayıflanmamamıza bağlıymış.

Ebeveyn olmak

Ebeveyn olmanın sırrını yavaş yavaş çözümlemeye çalışıyorum elimden geldiğince. Bana öyle geldi ki “Fantastic Four” dörtlemesinin güçlerini iki ebeveynde birleştirebilirsek bu iş olur. Bu süreç elbette insanı büyütüyor olgunlaştırıyor fakat şart olan farklı güçlermiş gibi geliyor bana. Mesela esneklik kollarını bacaklarını vücudunu her yere esnetebilen süper kahraman gibi ebeveynler de zihnini esnetmeyi öğrenebilmeli. Bir diğeri ateşi kontrol etmeyi öğrenebilmek olmalı. Yani öfkemizi, aceleciliğimizi, sabırsızlığımızı, istikrarsızlığımızı… Kısacası kontrolsüz bir alevle eş değer olan tüm özelliklerimizi. Sadece bunları kontrol etmek değil, kontrol ederken de uçabilmek bu kontrolü yitirmeden. Bir diğer özellik ise görünmez olmak. Her anlamda… Elbette kendimizi ihmal etmeyeceğiz ama çocuğumuzun bir ihtiyacı olduğunda biz görünmez olacağız, çocuğumuz parladığında biz onun ışığında görünmez bir destek olacağız, çocuğumuz bunaldığında hata yaptığında yalnız kaldığında görünmez olacağız ama orada olacağız. Son olarak da güç ve dayanıklılık. Bunu çok açıklamaya gerek yok sanırım. Olabileceğimiz kadar güçlü ve kaldırabildiğimiz kadar dayanıklı olmak…

Anne olmak

Beni en çok uykusuzluk gece kalkmaları dur durak bilmeden dinlemeye fırsat bulamadan devam etmeye çalışmak yormadı. Beni en çaresizlik yordu. Yıllar önce bir arkadaşım demişti ki ebeveyn olmak sürekli kalbinde açık bir yarayla dolaşmak. Bir başka yerde de duymuştum ki kalbini çıkarıp etrafta dolaşmasını izlemekmiş ebeveynlik. Hepsine katılıyorum. Doğduğu an demiştim ki kendime 38 yıldır sen benim bebeğimmişsin sadece yeni haberim oldu. Annelik işte böyle bir şey. 

Devamı yaşamda...


29 Mart- Hayatımın 36. Bin kilometresinde… Algı Bakımı…

Yoğun olarak hissediyorum hayatımı tekrar bakıma alışımı… En son 33. Bin kilometrede bu bakımı sizlerle paylaşmıştım. Daha sonra hayat oldu, olmaya devam etti ve ben kendimi akışa bıraktım. Çünkü yaşananlar müdahale edilemeyecek kadar ağır idi. Gözlerimi açıp aktif hale gelirsem durumun daha da farkına varırsam oradan hiç çıkamam diye düşündüm belki de… 2 yıl geçti, fırtına duruldu, içimden kopup gidenler gitti, zararlar ruhen ve bedenen meydana geldi, şimdi ise toparlanma vakti. Hayatımın bu seferki bakımında farkındalığımı arttırma peşine düştüm. Önceki yıllarda kendimle ilgili yanlış bulduğum, çeliştiğim noktalardan neden olduğunu, neye hizmet ettiğini anlamaya ve kabullenmeye başladım. Mesela adaptasyon yeteneğim… Beni gerçekten çok kişi bilmez. Herkes bildiğini sanır, herkesin bir fikri vardır benimle ilgili ama hiç biri bütünü yansıtmaz. Hepsi farklı bir parçamı bilir çünkü çatışmadan hoşlanmayan ben, hepsine uyum sağlayacak parçamı paylaşırım ancak. Beni ise en yakınlarıma saklarım… Belki de “senin de nazın bana geçiyor”, “hep afrası tafrası en yakınlarına” sözlerinin meydana gelişi benim gibi insanlar nedeniyle olmuştur  smileBu özelliğim yıllarca zihnimde kendime duyduğum saygıda çelişkiler yarattı. Çünkü o zamanlar o özelliğimi korkaklık, riyakârlık, çatışma fobisi olarak değerlendiriyordum. Fakat bu yılki bakımımda yeni tanışmama rağmen çok sevmiş olduğum ve takdir ettiğim tazecik bir arkadaşım sayesinde bunu aslında bir tür olgunluk, çevreyi algılayabilmek, anlayabilmek ve kendini bilmek olduğunu keşfettim.

Yavaş yavaş beni mutlu eden her şeyi hayatıma geri almaya başladım. Ya hep ya hiç kişiliğine sahip olan insanlar ruhu ve yaşantısı hastayken, bir tuşa basar sanki, her şeyi kapatır. Ne yazar, ne çizer, ne okur ne de ruhunu besleyen başka bir şeyle uğraşır. Sadece hayatta kalmak için yapmakla yükümlü olduğu ve başkasına karşı sorumluluklarının gerektirdiklerini yaparlar… Yarı yaşam diyorum buna… Kişinin yarısı yaşıyordur sadece. Topluluk içinde işlev gören yarısı… Diğer yarısı beklemededir… Onu artık uyandırdım, algımı nelerin güçlendirdiğini keşfettim, bir tetik silsilesi misali kendim olma yoluna geri girdim.

Büyümek algım üzerinde harika yeniliklere neden oldu. Önceki bakımımda bir aşk kadını olduğumu söylemiştim, fakat aşkın süreci ile ilgili algım olgunlaştı, değişti. Aşk’ın tdk’daki tanımı “bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı sevgi ve bağlılık duygusu.” Aşkın; her şeyin mutlaka aynı şekilde devam etmesi anlamına gelmediği aynı zamanda yenilenmesi, farklı bir şekil alması, olgunlaşması ile daha güçlü hale gelebileceğini öğrendim. Eskiden Aşkı o kelebeklenme hissi ile tanımlardım, yokluğunda ben de kaybolurdum. Kelebeğin ömrü ne kadar ki? Aşkın ilk evresi de işte o kadar sürer… Şunu öğrendim; sonraki evreler çok daha güzel. Kaybetme korkusu, karşısındaki bulmaca gibi çözmeye çalışma uğraşı ile aşılanmış aşk daha şiddetli hissedilir fakat benliğe-ruha zararı aşktan soğutmaya yetecek derecededir. Bu bakımda olgun aşka tamah etmeyi öğrendim. Aşk hayatımızda her yerde var. Onu algılamak önemli olan. Algınıza alın aşkı. Hayatınızı aşkla doldurun… Güne başlarken sizi bir gülümsemeyle yolunuza gönderebilen kişileri tutun orada… Çevrenizdeki canlılara, objelere, olgulara, bilgilere heyecanınızı merakınızı canlı tutun; o zaman her köşede bir parça aşk sizi bekler…

Biraz da algıyı düşürmek gerekebilir diye düşündüm bu bakımda. Algısı yüksek bir insan olmak çevredeki birçok olayın, tepkinin ve hissiyatın farkında olmak demektir. İşini yapmaya çalışırken bir çok değişken döner durur çevresinde bu insanların. Odaklanırken algıyı da kısmak zaman zaman faydalı olabilir. Algısı düşük veya normal kişilerde bu empati azlığına nenen olabilirken algısı yüksek kişilerde çok da güzel bir duruma dönüşür J Bazen kabustur çünkü algı… Mesela karşındaki insanın seni kırdığını düşündüğünü biliyorsun, algılayabiliyorsun, fakat gerçekte kırmamıştır, o kişiyi bilirsin tanırsın iyi niyetin insaniyetin merkezidir, ne yazık ki o yanlış düşünüyor diye düşünür üzülür algına sokar, algınla davranışlarını değiştirirsin… Dedim ya kabus. Anlatması bile. Ya da karşındaki insanın bir davranışı olur seni hiç rahatsız etmez, hoşuna bile gidebilir fakat onun bunun tersine düşündüğünü hisseder ve sanki o algıyla rahatsız etmiş gibi davranırsın falan filan… kısacası çok hassas olmayacaksın kardaş!!!!!

Benlik duygusunun varlığı, baskınlığı veya yetersizliği hayatımızda en çok felsefi olmak üzere tartışılmış olan bir olgudur. Abartılmış benlik ile şişirilmiş egonun hor görülmesi yelpazenin bir ucunda, diğer ucunda ise yetersiz benlik duygusu olanların aşağılanması bulunmaktadır. Azı karar çoğu zarar yasası sanırım burada en etkili silahtır. Sürekli egonun zararlarından bahseden, her konuşmayı, her yazılanı oraya bağlayan kişinin derininde bu konuyla ilgili sıkıntısı vardır. Ve kanımca benlik duygusu çok gelişmiş kişilerin sorumluluk anlayışı da baskındır. Kötü gibi görünen birçok özelliğin ek getirisi vardır. Bazen kendimizi kaf dağında görür karşımızdakileri insani zaafları yüzünden küçük görürüz, bunu yapmamak lazım.

Bilimin bile pozitif kabul edilmediği bilim dalları vardır… Kanıta dayalı tıp ile çıkar gözetmeksizin yapılan çalışmalar ışığında bile olsa hiçbir zaman genelleme yapılmamalıdır, unutulmamalıdır ki hastalık yoktur hasta vardır… ve genellemeler çok zarar verir. Bunu hem sağlık çalışanı düşmanları hem de sağlık çalışanları zaman zaman yapabilmektedir. Bana öyle görünmektedir ki, kişi en inançlı olduğu davasında bile, kendi kişisel sınırları- benliği ve ailesi için gösterdiği hassasiyeti uygulayabilmelidir, öngörülü-içgörülü ve sağduyulu olabilmelidir.

Bu yıl ki bakımım devam edecek duyduğum minnet ise hiçbir zaman bitmeyecek. Öyle minnettarım ki sahip olduklarım, geride bıraktıklarım ve henüz yelken açmadıklarım için…