Yazılar

Güç-Narsizm ve Zeytinyağ

Benim kadar sabırsız bir insanın yazıyı demleye demleye yazması ilginç. Bir fikri geldiğinde üzerine tavuk gibi oturup beklemeyi seviyorum. Belki birkaç gün sonra belki birkaç ay sonra gelen fikir hep ilkini tamamlıyor çünkü, nedense… İşte kasım ayında birkaç fikir demeti sunuyorum şimdi.

Kabul etmek gerekir ki bu dünya güç çatışmasının olduğu bir yer. Yaşamımızın geçirdiği evrimde gücün en büyük kaynaklarından biri para… Zaman içinde gücü pekiştiren ve temsil eden araçlar değişse de gücün peşinde olma durumu ve gücün hükmediciliği değişmiyor.

Bu garip bir durum; bazı insanlar gücün egemenliğinden bağımsız –hatta habersiz- yaşıyor, saltanatını kabul etmek şöyle dursun çoğu zaman farkında bile olmuyor. Bu insanlar kullanılabiliyor, aptal yerine konabiliyor. Bazı insankar güçlü olsa da gücünü gösterebileceği bir alanda var olsa da güçsüz olarak algılanabiliyor. Çünkü kibarlığını bozmuyor. Çünkü özür dilemeyi biliyor. Çünkü unutuyor. Çünkü kin tutmuyor.

Bu güç savaşları testosterongillerde biraz daha ön planda… Genelleme yapmayı istemeden bu duruma dikkat çekmek istiyorum. Hem biyolojik etkiler hem günümüzde güç konumuna daha yakın olmaları nedeniyle bu durum söz konusu. Bence bazı erkeklerde sıklıkla rastladığımız “zeytinyağımsı özellikler” bu durumun bir sonucu. Bu da beni düşündürüyor; güç ve zeytinyağ gibi üste çıkma arasında doğru orantı mı bulunuyor? Bu durum erkeklerde daha bu çok görülüyor??

Yine gücün getirdiği yan etkilerden biri de narsistik özellikler barındırma durumudur. Narkissos suda kendi yansımasına aşık olmuş ve bu patolojik durumun isim vereni olmuştur. Narsistler kendileri ne kadar farklı ve özel olduklarını bilirler ve bunu herkesin görmesi için çok çok çok çalışırlar. Hırsları tamdır, risk almasını bilirler, liderlik vasıfları ön plandadır. Çevrelerindeki birçok insanı empati yoklukları ile ezerken kendileri hızla güçlenir. Yani güç… testosteron… zeytinyağ… narsizm… J

Bu insanlar; içgörüsüz, eleştiriye kapalı, rahatlıkla çevrelerindekilerden faydalanan, kendini aşırı önemseyen, üstün gören ve gösteren sürekli beğenilme isteği içinde olan ve sürekli bencil hedefler peşinde koşan varlıklar, maalesef dünyamızdaki güç konumlarının çoğunda yer almakta… İşte bundan ötürü umut çok ama çok azalmakta…


Evrim

İnsan yavrusu dünyaya geldikten sonra olgunlaşmasını ve gelişimini en geç tamamlayan canlı türüdür. Bu süreç içerisinde acizlik seviyesi en yüksek olan bu aşamayı geçmek için ise başkalarına muhtaç olan canlıdır. Yetişkinleşen insan bir bakıma “nitelikli” hale gelir. Kaliteli yaşamak için acizliği devam etse de tek başına hayatta kalma yetisini kazanır. Nitelikli; bir şeyi yapabilme niteliğini ve ustalığını kazanmış olan, kalifiye anlamına gelir. Gerçekte öyle olmuyor ama… sizce de öyle değil mi? Yetişkinler olarak nitelikli birer çocuk haline gelmiyoruz. Kaybettiklerimiz kazandığımızdan çok daha fazla. Bunun suçlusu kim? Evrimin organikliğinin içine eden insan türü elbette… Insan hayatının evriminin bugün geldiği noktada çok zavallıyız. Zaten çocukken sahip olduğumuz mutluluk, huzur, neşe ve merakı elde edebilmek sürekli çalışıp kaybettiğimiz özelliklere ulaşmaya çalışıyoruz. Oysa yarattığımız bu çarpık düzende otuzlu yaşlara gelene kadar bizi çocuk yapan her şeyi yitirip yeni baştan arayışa giriyoruz. Onlar bizde vardı. Biz mutluyduk, neşeliydik. Müzik çaldığında çıldırasıya eğlenmek için alkole ihtiyacımız yoktu. İçimizden gelenleri söyleyip yaşamak için terapiye ihtiyacımız yoktu. Dünyayı güzel hale getirmek için öldürmemize gerek yoktu. Bizi bu hale getiren öngörü ve içgörü yoksunluğumuz oldu. Kaybettiklerimizin de “kazanç” olduğuna toplu halde inandık. İnandığımız için de gerçek yaptık.