Yazılar

Laf salatası

Laf salatası (Başlığı verip altmetini size bırakıyorum bu sefer(bu da bir kişisel gelişim egzersizi(olayları kendi gördüğü gibi aktarabileceğini onu tıpa tıp aynı şekilde (hayat gözlüğüne rağmen)algılayacak birileri olacağını zanneden saf ruhun yolculuğu))) [Parantez salatası mı desem]

Küçük olayları kafasında büyüten ve akut tepki veren insanlar duygularını bastırma eğilimde olanlardır.

Özgüven tuhaf bir olgu; insan bazen kendini yaptığı iş, söylediği söz beğenilince devamını getirmeye çalışan çocuk gibi hissediyor.

Kin tutmayan insanlar hırs veya inat uğruna hiçbir eylemi tamamlayamaz sürekli yarım bırakırlar. Onların süreklilik için tek yolları kendileri için yapmak olabilir.

Çekinerek mütevazice taleplerde bulunmak senin; bunun üstüne alınmamak karşısında büyüklenmemek karşındakinin kalitesini gösterir.

Sizi olduğunuz gibi kabul eden insanları tutun hayatınızda, aynı zamanda olduğunuz gibi kabul etmeyen daha iyi olmanız için sınayan-itekleyenleri…

Hiçbir zaman karşınızdakinin sizin gibi olmasını beklemeyin, iyiyse kötüsüyle o mutlaka farklı bir kişisel evrim noktasındadır.

Bununla birlikte çok da farklı olmadığınızı unutmayın; nasihate değer verin. Aynı türe ait olmanın hem avantajı hem de dezavantajıdır bu; o kadar da farklı değiliz…

Zaman kötü hiçbir şey bilmeden her şeye sinirleniyoruz. Bilgi minimum duygu maksimum.


Hesapsız İnsanlar

‘This is us’ izlerken çok önemli bir noktanın farkına vardım. Ergenliğe yeni girmiş bir kız çocuğu amcasına kendisini ne zaman bulabileceğini soruyordu;  “ben kimim, neyi sevmeliyim, ne istemeliyim beni ben yapan nedir ve bu beraberinde ne getirir” tarzında sorular. Amcanın verdiği cevap ise her yaşa hitap bir şaheser idi kanımca… Eğer hayatı otomatik pilota almamışsanız ve narsist değilseniz hepimiz hayatımızda bazen az bazen çok “kendimizi” aramaktayız. Kevin diyordu ki: “ Öğrendiğim bir şey varsa kim olduğumuzu bir anda öğrenmiyoruz. Uzun bir zaman sürecinde meydana geliyor. Hayatı yavaşça fakat bu parçaları toplayarak yaşıyoruz. Sonra gün geliyor kendimizi tamamlanmış hissedecek kadar parça toplamış oluyoruz”. Hep duyuyoruz ya kötü anılarınıza iyileri kadar sahip çıkın diye, çünkü onlar da bizi biz yapıyor. Hayatımızda topladığımız her parça pozitif ve negatif olarak kişiliğimiz ve ruhumuz olan bu legonun inşasında rol oynuyor. Her parça için minnet duymalıyız çünkü bizi biz yapıyor. Kendimizle barışık olmak, kendimizi sevmenin de bir yolu budur. Kendimizi bulmak çocukken zor ise yetişkinken daha da zor hale geliyor. Çünkü normalin sınırlarında gezen çocuklar eğer dışlanmazlarsa farklılıkları ile özel olurlar ve ilgi çekerler, hatta çocuklukta ilgi çekmek için farklı olmaya çalışmak hele ergenlikte önemli bir geçiş ritüelidir ve o dönemler geçince, parçalar birikince, kişiliğin, bireyin taslağı son halini aldıkça ya çok ya da az farklı kalır. Yetişkinlikte farklı olmak ise yalnız olmak demektir; maalesef… Genelde çocukluktaki gibi alay edilme, dışlanma şeklinde değil de kişinin kendi seçtiği bir yol olarak görülür. Yetişkinler vakitlerine değer verir, kaliteli olmasını ister. Kendini anlamayacağını düşündüğü veya birlikte vakit geçirmenin kendisine pozitif bir katkı sağlamayacağı kişilerle vakit geçirmek istemezler… Yetişkinlerin merakı da körelmiştir, farklı insanlara çok da ilgi duymazlar zaten, en fazla eleştirirler… Yani küçükken farklı olmak, özel olmak ilgi çekmek demekti büyünce ise yalnızlık demek… Ama yetişkinken bu farklılığa rağmen ruhuna ilaç bir arkadaş bulmak… Mucizedir!!!!

Çocukluktan evrilirken farksızlaşmayı başaramamış yetişkinlere gelsin sözlerim… Bu insanlar hesapsız insanlardır. Hayatı satranç gibi oynamayan iyisiyle kötüsüyle 2-3 adım sonrasını düşünmeyen kişilerdir. Bu insanların hayata uyum sağlamaları çok zordur. Ya yalnızlıktır onları bekleyen ya da hesaplı birliktelik; ki bunu farkında vardıkları an ruhları ölür…  Keşke bizi bir adaya kapatsalar da herkes rahat etse…

Birlikte yaşamak için yürek gerekir, içten yaşamak için … gerekir… Ya konuş hesabını yaptıklarının ya da hiç konuşma… Ya da başka bir deyişle…

Mevlana demiş ki;

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.

Hoşgörülükte deniz gibi ol.

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.


29 Mart- Hayatımın 36. Bin kilometresinde… Algı Bakımı…

Yoğun olarak hissediyorum hayatımı tekrar bakıma alışımı… En son 33. Bin kilometrede bu bakımı sizlerle paylaşmıştım. Daha sonra hayat oldu, olmaya devam etti ve ben kendimi akışa bıraktım. Çünkü yaşananlar müdahale edilemeyecek kadar ağır idi. Gözlerimi açıp aktif hale gelirsem durumun daha da farkına varırsam oradan hiç çıkamam diye düşündüm belki de… 2 yıl geçti, fırtına duruldu, içimden kopup gidenler gitti, zararlar ruhen ve bedenen meydana geldi, şimdi ise toparlanma vakti. Hayatımın bu seferki bakımında farkındalığımı arttırma peşine düştüm. Önceki yıllarda kendimle ilgili yanlış bulduğum, çeliştiğim noktalardan neden olduğunu, neye hizmet ettiğini anlamaya ve kabullenmeye başladım. Mesela adaptasyon yeteneğim… Beni gerçekten çok kişi bilmez. Herkes bildiğini sanır, herkesin bir fikri vardır benimle ilgili ama hiç biri bütünü yansıtmaz. Hepsi farklı bir parçamı bilir çünkü çatışmadan hoşlanmayan ben, hepsine uyum sağlayacak parçamı paylaşırım ancak. Beni ise en yakınlarıma saklarım… Belki de “senin de nazın bana geçiyor”, “hep afrası tafrası en yakınlarına” sözlerinin meydana gelişi benim gibi insanlar nedeniyle olmuştur  smileBu özelliğim yıllarca zihnimde kendime duyduğum saygıda çelişkiler yarattı. Çünkü o zamanlar o özelliğimi korkaklık, riyakârlık, çatışma fobisi olarak değerlendiriyordum. Fakat bu yılki bakımımda yeni tanışmama rağmen çok sevmiş olduğum ve takdir ettiğim tazecik bir arkadaşım sayesinde bunu aslında bir tür olgunluk, çevreyi algılayabilmek, anlayabilmek ve kendini bilmek olduğunu keşfettim.

Yavaş yavaş beni mutlu eden her şeyi hayatıma geri almaya başladım. Ya hep ya hiç kişiliğine sahip olan insanlar ruhu ve yaşantısı hastayken, bir tuşa basar sanki, her şeyi kapatır. Ne yazar, ne çizer, ne okur ne de ruhunu besleyen başka bir şeyle uğraşır. Sadece hayatta kalmak için yapmakla yükümlü olduğu ve başkasına karşı sorumluluklarının gerektirdiklerini yaparlar… Yarı yaşam diyorum buna… Kişinin yarısı yaşıyordur sadece. Topluluk içinde işlev gören yarısı… Diğer yarısı beklemededir… Onu artık uyandırdım, algımı nelerin güçlendirdiğini keşfettim, bir tetik silsilesi misali kendim olma yoluna geri girdim.

Büyümek algım üzerinde harika yeniliklere neden oldu. Önceki bakımımda bir aşk kadını olduğumu söylemiştim, fakat aşkın süreci ile ilgili algım olgunlaştı, değişti. Aşk’ın tdk’daki tanımı “bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı sevgi ve bağlılık duygusu.” Aşkın; her şeyin mutlaka aynı şekilde devam etmesi anlamına gelmediği aynı zamanda yenilenmesi, farklı bir şekil alması, olgunlaşması ile daha güçlü hale gelebileceğini öğrendim. Eskiden Aşkı o kelebeklenme hissi ile tanımlardım, yokluğunda ben de kaybolurdum. Kelebeğin ömrü ne kadar ki? Aşkın ilk evresi de işte o kadar sürer… Şunu öğrendim; sonraki evreler çok daha güzel. Kaybetme korkusu, karşısındaki bulmaca gibi çözmeye çalışma uğraşı ile aşılanmış aşk daha şiddetli hissedilir fakat benliğe-ruha zararı aşktan soğutmaya yetecek derecededir. Bu bakımda olgun aşka tamah etmeyi öğrendim. Aşk hayatımızda her yerde var. Onu algılamak önemli olan. Algınıza alın aşkı. Hayatınızı aşkla doldurun… Güne başlarken sizi bir gülümsemeyle yolunuza gönderebilen kişileri tutun orada… Çevrenizdeki canlılara, objelere, olgulara, bilgilere heyecanınızı merakınızı canlı tutun; o zaman her köşede bir parça aşk sizi bekler…

Biraz da algıyı düşürmek gerekebilir diye düşündüm bu bakımda. Algısı yüksek bir insan olmak çevredeki birçok olayın, tepkinin ve hissiyatın farkında olmak demektir. İşini yapmaya çalışırken bir çok değişken döner durur çevresinde bu insanların. Odaklanırken algıyı da kısmak zaman zaman faydalı olabilir. Algısı düşük veya normal kişilerde bu empati azlığına nenen olabilirken algısı yüksek kişilerde çok da güzel bir duruma dönüşür J Bazen kabustur çünkü algı… Mesela karşındaki insanın seni kırdığını düşündüğünü biliyorsun, algılayabiliyorsun, fakat gerçekte kırmamıştır, o kişiyi bilirsin tanırsın iyi niyetin insaniyetin merkezidir, ne yazık ki o yanlış düşünüyor diye düşünür üzülür algına sokar, algınla davranışlarını değiştirirsin… Dedim ya kabus. Anlatması bile. Ya da karşındaki insanın bir davranışı olur seni hiç rahatsız etmez, hoşuna bile gidebilir fakat onun bunun tersine düşündüğünü hisseder ve sanki o algıyla rahatsız etmiş gibi davranırsın falan filan… kısacası çok hassas olmayacaksın kardaş!!!!!

Benlik duygusunun varlığı, baskınlığı veya yetersizliği hayatımızda en çok felsefi olmak üzere tartışılmış olan bir olgudur. Abartılmış benlik ile şişirilmiş egonun hor görülmesi yelpazenin bir ucunda, diğer ucunda ise yetersiz benlik duygusu olanların aşağılanması bulunmaktadır. Azı karar çoğu zarar yasası sanırım burada en etkili silahtır. Sürekli egonun zararlarından bahseden, her konuşmayı, her yazılanı oraya bağlayan kişinin derininde bu konuyla ilgili sıkıntısı vardır. Ve kanımca benlik duygusu çok gelişmiş kişilerin sorumluluk anlayışı da baskındır. Kötü gibi görünen birçok özelliğin ek getirisi vardır. Bazen kendimizi kaf dağında görür karşımızdakileri insani zaafları yüzünden küçük görürüz, bunu yapmamak lazım.

Bilimin bile pozitif kabul edilmediği bilim dalları vardır… Kanıta dayalı tıp ile çıkar gözetmeksizin yapılan çalışmalar ışığında bile olsa hiçbir zaman genelleme yapılmamalıdır, unutulmamalıdır ki hastalık yoktur hasta vardır… ve genellemeler çok zarar verir. Bunu hem sağlık çalışanı düşmanları hem de sağlık çalışanları zaman zaman yapabilmektedir. Bana öyle görünmektedir ki, kişi en inançlı olduğu davasında bile, kendi kişisel sınırları- benliği ve ailesi için gösterdiği hassasiyeti uygulayabilmelidir, öngörülü-içgörülü ve sağduyulu olabilmelidir.

Bu yıl ki bakımım devam edecek duyduğum minnet ise hiçbir zaman bitmeyecek. Öyle minnettarım ki sahip olduklarım, geride bıraktıklarım ve henüz yelken açmadıklarım için…


Yaratılış ve Yönelim – Satış ve Aldatmaca

Etrafımıza baktığımızda görürüz; aynı işi farklı yapan farklı yollardan giden ne çok insan var… Bu pozitif bilimler için bile geçerli. Bazısı sessizce köşesinde işini yapıp faydasını öyle sağlamaya çalışırken, diğeri göz önünde olmayı tercih eder. Başınıza gelmiştir, medya veya sosyal medya aracılığıyla medyatikleştirilmeye çalışılan bir uzman görürsünüz; fakat hitap şekli, üslubu, iletişim yetisi, anlatma yetisi belki de genel olarak enerjisi sizi iter. Çünkü o kişinin yönelimi oralarda boy göstermeye elverişli olsa da yaratılışı buna uygun değildir. Bazen de biri çıkar karşınıza, bu tür platformlarda bulunmaya yaratılış olarak çok daha uygun fakat yönelim olarak çok uzak… O kişiler hayatları boyunca bunu duyarlar, “azıcık kendini satsan ortalıktaki tiplere bin basarsın”, fakat hiçbir zaman bunu önemsemezler. Daha farklı bir kumaşla üretilmiş farklı bir iplikle bağlanmıştır bu kişiler hayata… Biliyorsunuz değil mi? Hayatın bütününde bu böyle, yaratılış ve yönelim meselesi… Bir işi yapması gereken (iyi ve doğru yapacak olan) o işi yapmaz ama en yapmaması gereken (yozlaştırarak yapan) yapar ve sembol olarak da bilinir. Dünyanın hali bu yüzden içindeki iyi yaratılışlı insanların yönelimini yansıtmamaktadır… Aslında göründüğü kadar kötü olmayan dünya, iyilikleri gizlemektedir. Bu düzenin değişmesini çok olası görmüyorum.

CV diye bir belge var, hepimiz biliriz. Latince çerçeve ve hayat kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen bir kelimedir. Hayat çerçevesi… İnsanlıkta bir satış broşürüdür… Şişirilme ve gerçekle bağdaşmayan birçok özellik içerme ihtimali bulunan… Biraz önce yönelimden bahsettik, satış yeteneği iyi olan kişilerde yönelim de bu yönde ise ayaklı facialar yerden göğe dakikalar içerisinde çıkarılır… Bazı insan kendini iyi satar, yaptığı işi iyi yapsın yapmasın, duruşuyla konuşmalarıyla, tavrıyla, yaydığı özgüvenle “bilgin” insan olarak görülür. Bazıları ise kendini hiç satmaz, göstermez. Aslında birçoğu görünmek istemez. Çünkü olgunlaşmışlardır ve bilirler çok meydanda olmak çok beklentiye maruz bırakılmaktır ve mükemmel bir iş çıkarılmadıkça da kendini mutlu hissetmeyeceklerdir. Bu yüzden sessizce doğru işi alkış ve tanınma spotlarına ihtiyaç ve istek duymadan yaparlar. Aslında nadirdir içi dolu olan kişinin kendini satmayı bilmesi ve bu yönelimde olması… Örnekleri var elbette… Fakat çok sık rastlanan bir durum da değildir. Çünkü dünyayı bilmeye çalışmak için kişi kendinden başlamalıdır, en az seviyede bile kendini bilmeye başlayan varlık, dünyayı farklı görmeye başlar… Birçok satış bu nedenle aldatmacadır.

Bütün bu olgular biraz da barış ile ilgilidir. Kendini seven ve etrafın ne düşündüğü imgesiyle “gerçek” anlamda uğraşmayan kişi başkalarının onun hakkında ne düşündüğünü duyunca şaşırır. Yönelimi yaratılışıyla uyumlu olarak kendini gizli tutan içine kapalı kimseler, dışarıdan boş görünür. Fakat bunun bile farkında değillerdir.

Kişinin yaratılışı- yönelimi ve satış veya aldatma olasılığı ne olursa olsun içe bakmaya başladığında bazı gerçekleri bulur. Sürekli içe bakanlar ise kusursuz olmayı çalışmayı bıraktıklarında kendilerini bulur.


Tıp bayramı mı? hmmmm....

Tıp bayramı mı? Hmmmmm

Bugün size %100 yanlı bir yazı yazmaya geldim. Çünkü ben bugün Tıp bayramı olduğunu unuttum… Ha deli gibi kutlanan bir gün mü? Hayır. Üniversite bittikten sonra çalıştığım ve eğitim gördüğüm kuruluşlarda ya kutlanmadı ya da o üniversite yıllarındaki tadı vermedi… Hem eskisi gibi değildi, hem de biz eskisi gibi değildik. Fakat tıp bayramı yine de unutacağımız bir gün değil, doğum günümüz gibi hatırladığımız bir gün… Neden mi? Tıpla biz yeniden doğduk. Bazı meslekler vardır, kişiyi ele geçirir, yapısını kişiliğini ona göre yönetir. Tıp bunlardan biri… Bazılarımız bu kimlik içinde kaybolmaya ve hayatının en odağı yapmaya hazırken bazılarımız kendilerimizi bu meslekle tanımlamamak, “olduğum kişi değil, yaptığım iş bu” diyebilmek isteriz. Eğilimimiz ne yönde olursa olsun bizler doktor olduğumuz an, daha çok da tek başımıza bu meslekte kaldığımız an bu mesleğin “olduruculuğunun” farkına vardık. Ve inanın çok yalnız kaldık. Birden baktık ki dımdızlak ortadayız, hoca yok, insani koşullar yok, saygı yok, arkamızda duran kimse yok… Bu durumun bir diğer adı; mecburi hizmet… Yalnızlığımızın ilk farkına vardığımız an… Çünkü bizi, sizler sevmiyorsunuz, devlet sevmiyor, diğer meslek grupları sevmiyor, biz birbirimizi sevmiyoruz… Koca bir yalnızlık…

Öncelikle şunu bilmenizi isterim, doktorların büyük çoğunluğu idealistik olarak giriyor bu işe. Hele ki bizim kuşak doktorlar… Arada kalan… Eski jenerasyonun motivasyonlarını tam olarak bilemiyorum, yeni kuşak ise mutlaka rahat bölüm istiyor, bu nedenle eskiden puanı yüksek olan yoğun bölümlerde yerlerde sürünüyor… Herkese de hak veriyorum, çünkü biliyorum, kolay değil. Ama bizim kuşak, biz gözümüz kapalı girdik bu işe. İnsanlara yardım edecektik, bilimde ilerleme yapacaktık… bla bla bla… Hele ben, idealizmin de idealisti, bir ders kaçırmadım üniversitede olur da eksik bir şey öğrenirim de birine zarar veririm diye… Cahil idealist J İnsan her şeyi gerçek anlamıyla tek kalınca anlıyor. Yeni kuşak bunun farkında, biz ise şapşal idealistlerdik. Statü için de istemedik bu mesleği, doktor statüsü eski kuşaklara ait olan ve orada bitmiş olan bir durumdu. Para için istemedik. Doktorlar sizin hayal ettiğiniz gibi para kazanmıyor. Bu ülkede para kazananlar tüccarlar, mankenler-futbolcular, ünlüler… Ama kalkıp da onları darp edip senin maaşını ben veriyorum demiyorsunuz… Onların kazandıkları sizi rahatsız etmiyor…. “Ayyyy ne tatlış olmuş” veya “çok iyi transfer oldu süper bir oyuncu” diyorsunuz… Ne kadar yalnız olduğumuzu anlatabiliyor muyum?

Sonra uykusuzluk… Ne oluyor biliyor musunuz? Senelerde her gece en az 3-4 kez uyanınca bu hayat boyu devam ediyor. Biz çoğunlukla deliksiz uyku bilmeyiz. Her gece en az 3-4 kere uyanırız biz. Uykusuzluk çeken bilir… sonra da ertesi gün devam ederiz ve bu böyle gider.

İnsanlar bizden her şeyi bekler. Sevgi, şefkat, güler yüz, mucize… Her şey iyi giderse Allah yardımcı olmuştur, en ufak bir terslikte yardımcı olmak için kendini paralayan o doktor, deccal olur.

Bakın arkadaşlar, biz de insanız. Belki bir gün robot teknolojisi yerimizi alacak ama şimdilik insanız. Biz her koşulda işimizi layığıyla yapmaya devam ediyoruz ama unutmayın ki biz de acıkırız, biz de üzülür kırılırız, korkarız, kızarız, tehdit edilince umutsuzlaşırız… Eğer bizi çok uzak görüyorsanız kendinize, çok suratsızsak, gıcıksak bunu siz yaptınız… Devletimiz yaptı. Doktor düşmanlığı modası da son gaz sürüyor… Arkadaşlar bizi rencide etmek için yanımıza gelmeyin lütfen. Sevmiyorsanız gitmeyin, konuşmayın… Üzgünüm bu böyle, biz de insanız.

Ben idealistlerin en idealistiydim. Konuşmaya başladıktan kısa bir süre sonra ben doktor olacağım dedim. On yaşından sonra bir de yazar olmak istedim, doktor-yazar olacağım dedim. Gözlerim doluyor bunları yazarken ama yazmak zorundayım, galiba pişmanım… Ben okuldayken sözel dersleri hep daha iyi olan bir çocuktum, Türkçeyi sonradan öğrenmeme rağmen en iyi dersim edebiyattı, müziğe ilgim vardı, sayısal derslere yeteneğim daha azdı başarım daha azdı sosyale kıyasla ama Tıp bir aşktı ve peşinden koştum. Başarabilmek için her şeyimi verdim. Şimdi diyorum ki keşke yazar olsaydım. Bir durup düşünün lütfen: Benim kadar idealist, paraya zarar verici ve yanlış ölçüde değer vermeyen, hırslı, başarı odaklı, inatçı, her şeyden çok merhametli biri bu hale geldiyse… Siz ne yapıyorsunuz?? Allahaşkına ne yapıyorsunuz…

Ben bayramımız olduğunu unuttum bugün, çünkü kutlanacak bir şey kalmadı. Fakat bizim merkezimize işlenmiş olarak sorumluluk anlayışıyla tam gaz yılmadan devam ediyoruz, edemeyecek duruma gelene kadar.