Özlü söz-14
Hayatin en buyuk nimetlerinden biri mecazi ve gercek anlamda "sirt yaslamak"tir...
Hayatin en buyuk nimetlerinden biri mecazi ve gercek anlamda "sirt yaslamak"tir...
Çocuk ruhu veya olgunlaşmamış erişkin ruhu sadece ister; imkansız-zararlı-mantıksız olduğunu bilse bile elde etmek için çaba sarfeder son noktaya kadar direnir. İnsanın ne zaman ki ruhu olgunlaşır kendini geliştirir o zaman sese dökmek istediklerini sessizce yaşar dile getirmez. Olanaksızlığın dile gelmesindeki zararı farkeder. Bu olgunluk mu, bezginlik mi yoksa umudu yitirmek mi bilemiyorum. Azim gereksiz ısrar demek değildir onu biliyorum ve susuyorum…
Hangisi daha makbuldur; yazılar mı yazdıran yoksa iç rahatlatan mı?
İnsan evrimleşe evrimleşe karmaşık bir varlık haline gelmeyi başarmıştır. Bazen istediklerimiz ve ihtiyacımız olanlarla bilinçaltı benliğimizin ihtiyaçları uyum göstermez. Mesela bazı ilişkileri düşünün; toksik ilişkileri… Kendimize zararı olduğunu bile bile bırakamadığımız ilişkileri, kaçan kovalanır diyip geçmeyin… Daha derin sebepleri var evrimleşen insan yaratığının göremediğimiz boyutlarında.
Mesela babasız veya kötü bir babayla büyüyen bir kızı düşünün. Ona zarar veren bir ilişkide bile bırakıp gitmekte çok zorlanır. Buna öz güven eksikliği ve o en derinindeki varlığının bile algılayamadığı boşluk neden olur. Güvenlik duygusunu ararken en güvenemediğine saplanıp kalır. Çünkü hem güvenmek ister hem de karşısındakini sürekli imtihan eder. Onun da gideceğini ona da güvenemeyeceğini kanıtlamak ister adeta. Hayal kırıklığına bir kez daha uğramamak için. Aslında birlikte olmak istemediği birine de bağlanabilir. Görüşmek istemediği halde terk edilme korkusu nedeniyle kendisini karşısındakine bağlayabilir. Ama her an, hem –aslında istemediği için- hem de daima ani bir sınav sürprizi ile öğrencilerini şaşırtmak isteyen bir öğretmen gibi tetikte bekler. Bazen de birlikte olmak isteyebileceği ihtiyaçlarına iyi gelebilecek, ona zararlı olmayan biri ile karşılaşır. Yine çok hızlı ilerlemek ister. Kendi özgürlüğünü kısıtlamak istemediği halde o karanlık bilinçaltı bütün zekasını-sağ duyusunu ele geçirir. İstemese de sürekli karşıdan bir şeyler bekler; zaman, şevkat, bağlılık… Gerçekte bunlara henüz hazır olmasa da, bekler. Kendisinde olmayan duyguları var zanneder, varmış gibi gösterir, karşısından bekler. Alamayınca dünyası yıkılır, yıkıldığını belli eder. Yani kısacası kendine kötü gelecek birinde saplanıp kalır, kötü genelde gitmez çünkü minimumu vererek maksimumu alıyordur ve çok da umurunda değildir. İyi gelecek kişiyi de kendi sabote eder, kaçırır ve karşısındaki terkettiğinde “self fulfilling prophecy” yani kendini kanıtlayan kehanet yine kendini gösterir. Kısacası dünya tatlısı minnoş bir kız ona çok iyi gelebilecek bir ilişkiyi rezil eder. Bilinçaltının gizli hükmediciliğinin örnekleri çoğaltılabilir ama kalbime yakın olduğu için bu örneği vermek istedim…
Hani şu yazı yazdıran insanlar var ya; ruhunuzu sürekli tetikte tutan daima adrenalin salgılattıran… Gizemli davranan, karmaşık görünmek isteyen… (bazen de derininde fos olan) Güvenlik sağlamayan, her sınava tabi tutulduklarında her seferinde başarısız olacak ve “ben demiştim” ile egomuzun sağlam kalmasını sağlayacak fakat kalbimizi paramparça edecek kendini kanıtlayan kehanetler… Onlar yazı için ilhamı sağlar, doğrudur… Fakat o yazı bir türlü kağıda dökülemez çünkü eksiktir hep, emin olma duygusundan yoksundur. İç ferahlatanda da elbette kesinlik yoktur ama en azından açıktır, dürüsttür, nettir; düz olsa da. Bu nedenle yazıyı yazdıran da aslında; odur. İlhamı, fikri, kıvılcımı düşüren başkası olsa da… Tıpkı şimdi olduğu gibi.
VARLIK
Domates, biber, salatalık, süt, yoğurt... Salatalık kalmamış.. Başka ne eksikti... Keşke liste yapsaydım. Kupalık hazır çorbalardan mı alsam, işe götürürüm. Tatlı bir şeyler de alayım bari, çikolata.. Bir şeyler.
- Migros kartınız var mı?
-yok.
-Şurayı imzalar mısınız?
Evin yolu gözümde büyüyor, özellikle de torbalarla. Iki çocuk kavga ediyor, iki kız çocuğu:
-" Ver bebeği, o benim"
-" Hayır, o benim"
Benim, senin, onun, bizim, sizin, onların. Iyelik eki en eski ek olmalı, ve en sık kullanılan. Benim toprağım, benim krallığım, benim karım, benim kocam, benim evim, benim sevgilim, annem, babam, benim çocuğum, benim elbisem, benim arabam...
Evime geldim. Alışverişleri dolabıma yerleştirdim, Küçük bir salata yaptım kendime, yedim. Televizyonu açtım, filmler var. Sıkılıyorum. Biraz daha beklemem gerek. Etrafın dönmesi dursun. Sonra devam edeyim yaşamıma. Saatlerce geçmiş öylece, bana ait hiçbir değeri simgelemeyen o kutunun karşısında. Iş olsun diye makarna yapıyorum, domates soslu. Domatesler bitti. Bana ait olan bir şey daha eksildi.
-"Buna katlanabilecek misin peki?"
Bir erkek bu soruyu soruyordu, karşısındaki aşık kıza. Kahvaltı etmek için girdiğim pastanede oturuyorlar. Konuşmayı bu cümleden yakalıyorum, merak ediyorum. Kız da diyor ki:
" Teoride benim değilsin, doğru. Ama bu sadece teoride böyle… Ben şu yüzüğü kaybedebilirim, ya da bir başkasına verebilirim ve artık benim olmaz. Peki, onu şimdi benim yüzüğüm yapan nedir?"
Beni en çok etkileyen, erkeğin o bakışıydı kıza. O ciddi, o ateşli bakışıydı. Paylaşamadıkları, sahip olamadıkları neydi bilemiyorum ama o erkeğin, o kıza o şekilde ilk defa baktığı belliydi. Kız uyuşmuş gibiydi. Sözlerine devam ediyordu:
" İşte seni de benim yapan şey, gerçekler değil. Ortada olan durum değil, insanların nasıl gördüğü değil, seni benim yapan şey, benim nasıl hissettiğim sadece. Bu yüzden de katlanılması zor olan bir şey kalmıyor ortada."
Erkek de tutulmuş gibiydi. Karşısında gördüğü kararlılık, ona hem çok yeniydi, hem de tanıdıktı da. Beklemediği bir şeydi sanırım. Onları nasıl bu kadar iyi anladım bilemiyorum, çünkü birbirlerine söyledikleri her şey dışarıdan dinleyen herkes için anlamsızken, onlar her şeyi anlıyorlardı. Benim gördüğüm bu sanırım. Erkek de konuşmaya başladı: "Ama ben, senin benim olduğunu hissedemiyorum" dedi. Gözlerim parladı. Sahip olmak üzerine düşündüğüm her şey bir cevap bulmuş gibiydi. Sahip olmanın, tek taraflı bir eylem olduğu... Ait olmak ile el ele gitmediği... Oysa ben hep, sahip olmak ait olmanın doğal bir sonucu sanırdım. İkisi teker teker, birbirinden bağımsız, tek bir kişinin, kendi içinde yaşadığı, asla paylaşamadığı eylemlermiş. Anarşizmin siyasete uygulandığında başarısız olmasının sebebi belki de.
" Oyun oynamıyoruz ama oynar gibiyiz aslında. Çünkü sen eve gittiğinde, ben eve gittiğimde, birbirimizi yok edeceğiz beynimizde. Ama sen ve ben, biz, buradayken her şey gerçekten var. Oyun oynanmadan. Yine de oynuyor gibiyiz"
Daha fazla dinleyemiyorum. Çiftleşme içgüdüsüyle, biz insanlar, en temel sorulara bile aşkı sokuyoruz. Bunu yapıyorlardı. Daha fazla dayanamadım.
Eve vardım, buzdolabımdan sütümü çıkarıp cezvemde, sadece sütten bir neskafe yaptım. Oturdum bilgisayarımın karşısına başladım yazmaya. Neskafe bitti. Nereye ait şimdi? Gelip geçen neskafe, kalan ait olan, sahip olunan fincan mı? Fincanı yere attım. Kırıldı. Fincan kimin şimdi?
Beynim iyice bulanmaya başladı. Kafamı nereye çevirsem dönüyor. Sabit tutmam gerekiyor, yoksa dönüyor. Televizyonda bir film oynuyor:
-" kollarını çek kız arkadaşımdan!"
-" Ona soralım istersen, kimin olduğunu..."
-" Ben kimseye ait değilim!....
...
Sahip olmak kadar güzel değil sanırım ait olmak.
Kanalı çeviriyorum, kafamı çeviriyorum, bir sürü obje geliyor gözümün önüne. Bordo bir lamba, moulin rouge filminin resmi, ekmek sepeti, tarot kartları. Bütün bunlar neye dönüşecek. Kimin olacak ki?
Gerçekle hayali sanırım karıştırmaya başlıyorum. Yattım, iyi gelmeli.
Alışveriş yaptığımın üçüncü günündeyim. Sütü yarılamışım, yoğurt duruyor. Çorbaları içmişim. Yine sütlü bir neskafe yapıyorum, süt az kalıyor. Akşama misafir var, mantı yapacağım. Televizyonu açıyorum. Bir fanus var televizyonda, kapağı açılıp içine yem atılıyor ara sıra. Bilimsel bir araştırma herhalde, deney fareleri yerine insanlar var. Onların davranışlarını, davranış bozukluklarını ölçen bir deney olmalı. Etki- tepki yasasını belki de... Bir evlenme programı yine. Sanırım artık kaynanalar da var içinde. İnsanlar o programda kendi sınırları için, sahip olduklarını düşündükleri şeyler için, etrafına işedikleri alanlar için birbirlerine havlayıp duruyorlar. Dayanamıyorum. Saatlerce güneş batana kadar pencere karşısındayım, kafamı çevirince dünya dönüyor. Güneş batıyor. Evdeki bütün saatleri atıyorum. Bir anlamları yok. Kimin olacakları şimdi? Onlar da isyan etmezler mi sahip olunmaya? Zaman birisine ait olabilir mi ki?
Mantıyı koyuyorum fırına. Yoğurdunu hazırlıyorum. Misafirlerim geldi, konuşuyoruz.
- " Bakın yeni telefonum.."
- "Aaa ne güzelmiş, ne özellikleri var?"
- "Sesimi tanıyor, bir tek benim sesimle açılıyor."
- " Kızın nasıl bu arada?"
- " iyidir ne yapsın, ev alıyorlar onlar da kendilerine.."
v.s........ v.s...........................
Gittiler. Yoğurt da bitti. Son kalan sütle, bir neskafe yaptım kendime.
Sıcak su dolduruyorum küvete, filmlerde yapıyorlar, güzel görünüyor.
Neskafem bitiyor. Alışverişimin dördüncü gününün sonunda o alışverişi yaptığıma dair bütün kanıtlar siliniyor. Artık benim olan bir şey kalmıyor aldıklarımdan. Kamerayı kuruyorum banyoya. Ben de bir deney yapmak istiyorum.
"Alo... Efendim"
" Salih hanımla görüşebilir miyim?"
" Evet, ben kendisiyim"
" Salih hanım, kızınız intihar etmiş..."
"............"
Telefon kapandı.
Ben aslında sadece bir deney yapmıştım. İntihar etmedim. Bilemezler elbet. Kamera kaydını izlediklerinde bile, sadece:" Demek ki ciddiymiş, küvete girmeden önce, dikey olarak kesmiş bileklerini" dediler.
Ama kafamı duyamadılar, çünkü benimdi galiba. Ben şimdi, kime aidim, bu bedenin sahibi kim şimdi? Kafamdaki sesin sahibi kim?
Şu saniye benim sahip olduğum tek bir şey var mı? Hep sahip olduğum tek şey, yavaş yavaş akıp giden varlığım mı?
Kitap kulübünün ikinci kitabını bitirmiş bulunuyoruz. Bence bu oluşumun en güzel yönlerinden birisi; kişi bir kitap kurdu bile olsa okuduğu kitaba daha çok dikkat kesiliyor. Kitaptan çok keyif almayan kişi bile grup için bitirmek zorunda hissediyor kendini, böylece kendi zoruyla kazanımları oluyor, ön yargısını kırmak zorunda kalıyor. Kitapla ilgili düşüncelerini, yorumlarını tartarak ilerliyor. Özgürlüğün en derin denizlerinden biri olan okumak eylemine sorumluluk katıyor. Sorumlu bir şekilde özgür olmak ise harika bir olgu... Fakat bu başka bir yazının konusu… Kitabın adı "Yüzyıllık Yalnızlık". Kitabın tarzı olan büyülü gerçekliğe uygun biçimde beni büyüledi. Farklı dünyalarda risksiz yaşamak değilse nedir okumak... Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Türk edebiyatının zengin tasvirleri ve ağdalı sürprizlerine alışık olan okur için sonradan kazanılan bir tattır. Kitap bir yüzyılı anlatıyor. Akıl almaz kalabalıklar içerisinde yalnızlıktan uzaklaşamamışların öyküsünü... Bu nedenle kaybedecek hiçbir kelimesi dahi yok. Her cümlesi zengin her cümlesi farklı tatta bir tasvir içeriyor. Hatta grubumuzdan bir arkadaşımız başta bu tasvirlerin gözünü korkuttuğunu kitabı akmaz hale getireceğini düşündüğünü fakat sonra kendi ilk yargısından utandığını söyledi. Kitabın büyülü gerçeklik türü ise herkese göre değil… Kitap ne fantastik ne de tamamen gerçekçi. Ejderhalar uçmuyor ortalıkta fakat anlaşılmaz olaylar da var. Amaç da bu zaten… Nasıl ki sıfatlar önlerine geldikleri kelimeleri güzelleştirebiliyorlarsa biraz hayal gücü biraz ‘gerçek ötesi’lik de hayatı renklendirir. Gerçek bizde zaten var, olanı okumak da güzel olmayanı da… Fakat dediğim gibi bu tarzı ikna edici bulmayan, hoşlanmayan yoğun bir şekilde tıkanabilir. Belki de bu kitaptan kazanılacak en önemli şeylerden biriydi bu; hayal gücümüzü ne kadar baskı altında tuttuğumuzu görmek. Çocuklarımızı teşvik ediyoruz, hayal güçleri gelişsin istiyoruz ama kendimize gelince gerçeğe uygun olsun istiyoruz. Aslına bakarsanız, bu ne yaman çelişki.
Bu kitabı mutlaka herkese öneririz. Çok etkilenen de olacaktır, anlamsız bulan da. Çok etkilenen de hoşuna gitmeyen de bu düşüncelerinin hislerinin nedenlerini biraz araştırsalar bile zenginleşirler. Grubun hemfikir olduğu bir şey kitabın zenginliği... Sürprizlerle dolu oluşu, bir cümlenin sonunun asla tahmin edilememesi, olumluyu olumsuzla olumsuzu olumluyla bitirme ihtimali… Çok fazla olayı aktarması gerekiyor yazarın fakat anlatılması gereken onca olayın içinde yine de o zenginlik eksik kalmıyor ve o yalnızlık birebir aktarılıyor. Hepimizin ortak noktası aslında bu yalnızlık… Bazılarımız görünürde yalnızız bazılarımız yalnız görünmesek de yalnızız çünkü bir ömür boyunca sadece kendimizi bulmak bile gerçek dışı bir amaç. Bu amaca bir gıdım yaklaşabilirsek ne mutlu… Arada da yalnızlık alt kümelerimizi tatlı dostluklarla kesiştirerek…