Popüler Yazılar

Üç ay

İnsan evrimi çok farklı boyutlarda gerçekleşmiştir. Fiziksel evrimi-endüstriyel evrimi-teknolojik evrimi derken bir noktada çok büyük bir zıplama ile bir anda ulaşılmaz hale gelmiştir. Yıllar yıllar yüzyıllar sürse de yine de “bir anda” hayal gücüyle-zekasıyla-sosyal yetenekleri ile bambaşka bir konuma oturmuştur. Öyle ki grandiyöz sanrıları ile kendini en muhteşem zannedecek duruma gelmiştir. Benim fikrimce de internetin çıkmasıyla insanda “ruh evrimi” meydana gelmiştir. Evrim iyi ya da kötü bir olgu değildir, sadece olan bir şeydir. İyiye gidiş anlamına gelmez. Ruh evrimi de kanımca iyiye gidişe kesinlikle vesile olmamıştır. Bugün gök tarihinde önemli bir günmüş. Hem mavi ay, hem tam ay tutulması hem de süper ayın bir arada görüleceği nadide bir günmüş. Benim aklıma Haruki Murakami’nin dünyalarından birini getirdi. Hayal gücü bence evrimin getirdiği iyi şeylerden biri… Haruki de bunun çok güzel örneklerinden biri. Çok yakınımda da çok güzel bir örneği var ama o başka bir yazının konusu…

Haruki diyorduk, Murakami de J Onun 1Q84 romanındaki 2 ayı getirdi aklıma bu durum… “Aslında” hayatımızdaki her şey değişiyor… Hani yüzyıllar süren evrim aslında “bir anda” her şeyi değiştirdi ve insanlığı kibir tahtına oturttu ya, günümüz siyasetinde coğrafyasında yani hayatımızda her şey değişiyor ve tasavvur edemediğimiz üçüncü bir evrim zıplamasına doğru gidiyoruz. Haruki’nin dünyasında bu değişim ikinci ayın belirmesiyle kendini dışa vurdu. Herkes göremedi belki ama bir belirtisi vardı. Bugün aynı günde aynı gökte yaşanacak olan bu üç ay durumu da yaşadığımız akıl almaz gelişmelerin bir dışa vurumu olsa da, değişeni bir kez de görebilsek, hoş olur muydu? Olmaz mıydı? Bunlar sadece bilim dediğinizi duyar gibi oluyorum… Hayal gücü evrimin getirdiği en güzel şeylerden biri iken varsın saçmalayan ben olayım. J


ikinci Kitap

Kitap kulübünün ikinci kitabını bitirmiş bulunuyoruz. Bence bu oluşumun en güzel yönlerinden birisi; kişi bir kitap kurdu bile olsa okuduğu kitaba daha çok dikkat kesiliyor. Kitaptan çok keyif almayan kişi bile grup için bitirmek zorunda hissediyor kendini, böylece kendi zoruyla kazanımları oluyor, ön yargısını kırmak zorunda kalıyor.  Kitapla ilgili düşüncelerini, yorumlarını tartarak ilerliyor. Özgürlüğün en derin denizlerinden biri olan okumak eylemine sorumluluk katıyor. Sorumlu bir şekilde özgür olmak ise harika bir olgu... Fakat bu başka bir yazının konusu… Kitabın adı "Yüzyıllık Yalnızlık". Kitabın tarzı olan büyülü gerçekliğe uygun biçimde beni büyüledi. Farklı dünyalarda risksiz yaşamak değilse nedir okumak... Fakat şunu da belirtmek gerekir ki Türk edebiyatının zengin tasvirleri ve ağdalı sürprizlerine alışık olan okur için sonradan kazanılan bir tattır. Kitap bir yüzyılı anlatıyor. Akıl almaz kalabalıklar içerisinde yalnızlıktan uzaklaşamamışların öyküsünü... Bu nedenle kaybedecek hiçbir kelimesi dahi yok. Her cümlesi zengin her cümlesi farklı tatta bir tasvir içeriyor. Hatta grubumuzdan bir arkadaşımız başta bu tasvirlerin gözünü korkuttuğunu kitabı akmaz hale getireceğini düşündüğünü fakat sonra kendi ilk yargısından utandığını söyledi. Kitabın büyülü gerçeklik türü ise herkese göre değil… Kitap ne fantastik ne de tamamen gerçekçi. Ejderhalar uçmuyor ortalıkta fakat anlaşılmaz olaylar da var. Amaç da bu zaten… Nasıl ki sıfatlar önlerine geldikleri kelimeleri güzelleştirebiliyorlarsa biraz hayal gücü biraz ‘gerçek ötesi’lik de hayatı renklendirir. Gerçek bizde zaten var, olanı okumak da güzel olmayanı da… Fakat dediğim gibi bu tarzı ikna edici bulmayan, hoşlanmayan yoğun bir şekilde tıkanabilir. Belki de bu kitaptan kazanılacak en önemli şeylerden biriydi bu; hayal gücümüzü ne kadar baskı altında tuttuğumuzu görmek. Çocuklarımızı teşvik ediyoruz, hayal güçleri gelişsin istiyoruz ama kendimize gelince gerçeğe uygun olsun istiyoruz. Aslına bakarsanız, bu ne yaman çelişki.

Bu kitabı mutlaka herkese öneririz. Çok etkilenen de olacaktır, anlamsız bulan da. Çok etkilenen de hoşuna gitmeyen de bu düşüncelerinin hislerinin nedenlerini biraz araştırsalar bile zenginleşirler. Grubun hemfikir olduğu bir şey kitabın zenginliği... Sürprizlerle dolu oluşu, bir cümlenin sonunun asla tahmin edilememesi, olumluyu olumsuzla olumsuzu olumluyla bitirme ihtimali… Çok fazla olayı aktarması gerekiyor yazarın fakat anlatılması gereken onca olayın içinde yine de o zenginlik eksik kalmıyor ve o yalnızlık birebir aktarılıyor. Hepimizin ortak noktası aslında bu yalnızlık… Bazılarımız görünürde yalnızız bazılarımız yalnız görünmesek de yalnızız çünkü bir ömür boyunca sadece kendimizi bulmak bile gerçek dışı bir amaç. Bu amaca bir gıdım yaklaşabilirsek ne mutlu… Arada da yalnızlık alt kümelerimizi tatlı dostluklarla kesiştirerek…


Şehir (2002)

ŞEHİR

  

İzmir gökyüzüne bir bakışın binlerce iç içe geçmiş yıldızı sergilediği gecelerden birini yaşıyordu. İnsanlar kumsalda yatıyor bu hayranlık verici manzaranın tadını çıkarıyordu. Bir pansiyonun güneşin batışıyla sahile attığı şezlonglar ve sayesinde kazancının arttığı nargile kafe de bu yıldız manzarasının tadına tat katıyordu. Nargilelerini tüttüren gençler yan yana şezlonglarda yatıp el ele yıldızlara bakıyorlardı. Pansiyonun içine doğru bir seyre dalışta pansiyon sahibi telefonda konuşuyordu:

   “Evet, Ateş’im sen gel bakarız senin pansiyon işine, sana da açarız bir tane. Hatta ortak olmak isteyen bir arkadaşın varsa bu iş öyle daha iyi yürür. Ben bu işleri çok iyi öğrendim. Sen çık gel o yıkık şehirden ben sana yol yordam gösteririm. Artık bize ait bir şey kalmadı o şehirde. Haydi, eyvallah, telefonunu bekliyorum. Ya da iyisi mi sen çıkıp geliver.” Pansiyon sahibi yıldızlara keskin bir bakış attı durduğu yerden. İzmir’in uzun zamandır gördüğü en yıldızlı geceydi. Gökyüzünde boş yer kalmamıştı. Sanki yıldızlar bir yerde toplanmış parti yapıyorlardı. O keskin bakışı izleyerek hava bulutundan hava bulutuna atlayarak yıldızların en dibine gidince partinin niteliği açıklık kazandı. Yıldızlar gerçekten de toplanmış konuşuyorlar, yıldız konseyi gibi bir şey, üstelik gündemde çok önemli bir konu var. Her yıldız bulunduğu köşeden sorumlu olduğu şehrin raporunu veriyordu. Altı ayda bir yapılan bu toplantılarda şehirlerde meydana gelen doğal afetler ve doğal olmasa da atmosfere ulaşacak kadar yaygara koparan felaketler konuşuluyordu. Şehrin gösterdiği seyre bakılıp bir otopsi yapılıyordu şehre, didik didik sebepleri araştırılıyordu ve eğer çözülemeyecek bir şeyler var gibiyse şehirden vazgeçiliyordu. Şehrin kaderi ise idam ediliyordu. Yıldızlar o şehri artık görmez oluyordu, izlemez korumaz duruma geliyordu. Her şehir de altı ayda bir gündeme gelmiyordu çünkü bazı şehirler daha önemli bulunuyor bazılarının gündemi ise yavaş ilerliyor yavaş gelişen şehirler sınıfına konup beş yılda bir incelenmeye alınıyordu. Kısacası o şehirde meydana gelen değişimin hızı belirliyordu bu toplantıların frekansını.

Yıldızlar sırayla konuşuyor, raporlarını sunuyordu. Sıra küçük ama tecrübeli bir yıldıza geldi. İstanbul yıldızıydı.

   “Evet, şimdi İstanbul daha seyrek olarak izlediğimiz bir şehir. Aslında yeniliklere açık olmasına rağmen çok hırçın bir şehir oluşudur bunun altında yatan. İşimi zorlaştırıyor. Siz de biliyorsunuz ki yalnızlık bazı yıldızların hamurunda var. Her şehir zaman zaman yalnızlık çeker ama İstanbul’un yalnızlığı süregelen ve süre gidecek olan bir yalnızlık. Kendisinden çok farklı şehirlerle çevrili ve esas sorun çevresindeki şehirlerin İstanbul’un konumuna gelmesi gerektiğidir bence. Fakat Türkiye’nin öbür şehirleri İstanbul’un hızına yetişemediklerinden sorumlu yıldızlar çok da ilgi gösteremiyorlar. Bütün bu mesele kısır bir döngü halini alıyor zamanla. İçinde bulunduğu ülkenin şehirlerinden bu kadar uzak oluşu da huysuzluğunu ve yalnızlığını hat safhaya çıkarmakta…

   İşe yeni başlamış bir yıldız şaşkınlık içinde sordu:

   “Şehirler nasıl yalnızlık çekebilirler ki, nasıl mutsuz ve huysuz olabilirler, bütün bunlar hiçbir anlam ifade etmiyor.”

   Yıldız konseyinin başyıldızı kibar bir işaretle konuşma hakkını aldı:

   “Bu ders her yıldızın zamanla öğrenmesi gereken bir derstir. Bir şehre istatistiklerle ve teorik bilgilerle yaklaşamazsınız daima. Bir bütün olarak yaklaşabilmek sizin yeteneğinizde farkı yaratandır. Şehrin ruhsal konumu da hep göz önünde olmalıdır. Sadece biz yıldızlar değiliz evrende yalnızlık çekenler. Şehirler de yalnızlık çeker, şehirlerin de ruhları vardır. O şehirde yaşayan tün insanların ortalama ruh halidir hep o şehre yansıyan. O şehirde meydana gelen ve bizim incelediğimiz her doğal afet bu yalnızlığın getirdiği bir isyandır aslında. Her cinayet, her siyasi devrim şehrin o mazlum yalnızlığının haykırışıdır. Feci kan kaybeder o şehir ruhunun verdiği savaşta. Her olayın sonunda da ise otopsi masasına yatırılır o şehir, halinden hesap sorulmaya, cinnetine neden bulunmaya. Çoğu zaman ne yazık ki kaynağını bulamayız şehri en başında o masaya yatıran olayın. Ve İstanbul yıldızının da söylediği gibi o şehir belki de bulunduğu ülkenin en yalnız şehridir. İnsanların ona yaptığı yatırımlarla daha zengin, kitapların kaynakların ulaşılabilirliği ile daha geniş bakabilen, yurtiçi ve yurtdışı etkinliklere destekleyici ve ev sahibi olmasıyla daha kültürlü ama ne yazık ki selamsız sabahsız insanlarıyla ve onların ortalama ruhuyla daha yalnız. Çünkü şehirler çocuklar gibidir. Onlara ne verilirse onlar da ancak o ölçüde gelişebilir. Açılan kapılara girebilirler ancak. Türkiye açabileceği kapıların çoğunu İstanbul’a açmış bir ülkedir. İstanbul ise açılan kapılardan içeri girmiş ve büyümüş, akıllanmıştır, bu nedenle daha da yalnız kalmaya mahkûm bırakılmıştır. Bu kadar gelişmiş bir şehrin geride kalan şehirlerle ne konuşacak bir şeyi kalmıştır ne de sırtını dayayabileceği bir komşu şehir. Neyse gevezeliği bırakalım da işimize bakalım. Çabucak ver İstanbul’un raporunu da şu kararı verelim artık. Çok zamanımızı almaya başladı.”

   “Tabi efendim. Bir kere dört yıl önce çok büyük bir deprem meydana geldi. Yine İstanbul’un yalnız günlerinden biriydi, daha fazla parçalanmak istemiyor gibiydi. İçinde göçmenler dolup taşarken kendini öldürmek istedi sanırım. Biliyorsunuz artık “İstanbullu” çok az kaldı ve yalnızlığının sebeplerinden biri de bu aslında. Herkes bir yerlerden gelme ve içinde yaşayan çoğu insanın kalbinde atan bir başka şehir var. İstanbul nasıl bu kadar sevilmeye muhtaç, nasıl bu kadar yalnız olmasın.”

   Bir şimşek hızında yeryüzüne inince; depremin oluşunu izlemek, haykırışları görmek mümkündür. Yıldızlar kabaca görüyorlar şehri, teke tek insanları tanımıyor bazı şeylerden bir haber oluyorlar. Depremin meydana geldiği gün aslında sıradan bir gün değildi. İstanbullular artık yorgun. Hepsi başka bir şehre yerleşme derdinde. Güneye, batıya, sıcak ve sessiz ama en çok da sakin bir yerlere... İstanbul nasıl kan ağlamasın. Gece 2-3 gibiydi depremin meydana gelişi. Ve ertesi gün için Ateş isminde eski bir İstanbullunun elinde bir otobüs bileti. Altmış yaşlarındaydı, batıya yerleşmeye karar vermişti. Pansiyon işletecek sessizlik sakinlik içinde yaşayacaktı. Soyu tükenmekte olan İstanbul’u koşulsuz sevenlerin ender bir temsilcisiydi. Yatırımlarla zenginleşip şehirleşmeden önce bile sevmişti İstanbul’u. Artık sevmez olmuştu. Pisliği, gürültüsü, politikası, televizyonu, piyasası, medyası ve hayata bakış açısı… Bunların hepsi onu kendi şehrinden uzaklaştırmıştı. İstilaya uğramıştı İstanbul ve evli evinden ediliyor, dağdan gelenler bağdakini kovuyordu. Gidemedi. Deprem olmuştu. İlgilenmesi gereken işler vardı. Ailesinden birçok insanı kaybetti o depremde ve artık çekip gitmek kaçınılmaz hale geldi. O aynı şimşek bulutu içinde yıldızlara geri dönüldüğünde yıldız hâlâ konuşuyordu.

   “Bu depremde çok insan öldü, çok insan yaralandı, çok insan korkusuyla baş başa kaldı. İstanbul her zamandan çok çaresizlik kokmaya başladı. Mahkemeye çıkarttım o olaydan sonra şehri ve şehir suçlu bulundu. Otopsisinde ise gözle görülür bulgular vardı. Büyümüş bir kalp bulundu ve kalp kası açıldığında içinden birikmiş kıskançlık kristalleri döküldü. Şehrin suçlu oluşu bu bulgularla desteklendi. Uyarı aldı. Ama felaketler bununla bitmedi. Depremden iki sene sonra bir alışveriş merkezinde patlamalar meydana geldi. Toz bulutları atmosfere yükseldi. Olaydan haberdar olduğumda mahkemeyi hemen topladım yeniden. İnsanlar ölmüştü ve İstanbul’un yıkıma ev sahipliği yapan bir şehir olduğu artık gün gibi ortadaydı. Nüfusu gittikçe artan bu şehir sanki göçleri engellemek kendine ait olanı kendinde tutmak istiyor gibiydi. Mahkemede yine suçlu bulundu ve otopsisi de kısa sürdü. Hemen kanında çaresizlik hücreleri saptandı. Mahkeme emri çıkarttı. İstanbul’un kaderine bir sonraki yıldız konseyinde karar verilecek dendi.”

   “Peki, öyleyse…” dedi konsey başkanı “O zaman kendi aramızda oyu vereceğiz hemen ve toplantımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz… Size düşünmek için biraz süre tanıyacağım.”

   Yıldızlar büyük bir sorumluluk gerektiren bir karar verme işinde cebelleşirken Ateş Bey İstanbul’dan ayrılamıyordu. Tam planlarını yapmışken bu sefer patlamalar meydana geldi o çok sevdiği şehrin göbeğinde. Planlarını ertelemek zorunda kaldı. Çok da ertelemedi. Sakarya’ya trenle geçip pansiyon konusunda onunla iş yapmak isteyen bir arkadaşını alıp gidecekti İzmir’e. Yıldızlar kararlarını vermek için düşünürken İstanbul deliliğinin tepesine varmıştı. Ateş Bey’in bindiği tren birçok insanı öldürerek kaza yaptı. Ateş Bey ölenlerden biriydi. Cesedi de İstanbul’da kaldı, mezara kendi şehrinde gömüldü.

   Yıldızlar ise kararı vermişti. Konsey başkanı konuşuyordu:

   “Bir şehri o şehir yapan insanlarıdır. İnsan değiştikçe o şehir de değişir. Ama şehirler değişmek istemezler, değişim onları yorar yıkar. Belki İstanbul’un halinden, cinnetinden ve milyonlarca cinayetlerinden insanları sorumludur ama suçlu bulunan şehirdir. Oy üstünlüğü ile İstanbul’un idamına karar verilmiştir. Bir sonraki şehre geçelim.”

 

   Aslına bakılırsa İstanbul çoktan ölmüştü ama yine de idam kararı alındı ve kendi başının çaresine bakmak üzere terk edilmeden önce son bir defa otopsi masasına yatırıldı.  Masaya yatırılınca yüzünde koskoca bir gülümseme belirdi. Planlanmış bir cinnetin geriye kalan tek kanıtıydı bu.  


Aşk tanrıçaları

Aşk için savaştığım meydanlarda kalbimi en büyük silahım -kılıcım- olarak kullandım hep, hayallerimi de kalkan… İstedim ki hep kalbimi son zerresine kadar paylaşayım ama hayallerimle ördüğüm kalkan sayesinde en büyük hayalkırıklıklarına hazırlıklı olayım. Plan öyle yürümedi. Kılıcım o kadar çok kırıldı, kalkanımı da yere attım gittim. Ve şimdi bu yaşımda, bu gücümde ve katettiğim bu kişisel gelişim yolculuğumun bu noktasında hayattaki en büyük korkum, ve tek gerçek korkum maalesef kalbimin kırılması olmuş. O cesur kız, kalbini hep öne atan kız gitmiş, korkak kalbini sakınmaya çalışan bir kız gelmiş. 


Cinsiyetsiz öykü (2002)

CİNSİYETSİZ ÖYKÜ

 

 

  Üç katlı bir apartmanın orta katının camı açıktı. Bir güvercin camın dışında oturmuş içerisini izliyordu. Sarı boyalı duvarlar yavaş yavaş dökülmeye başlamış, üzerlerine yapıştırılmış olan yazı ve fotoğrafları zor kaldırıyordu. Oda boydan boya bu resimler ve yazılarla doluydu. Pencerenin karşısındaki duvarın tam ortasında bir ayna duruyordu. Bir insan orada oturmuş boş boş aynaya bakıyordu. Güvercin ‘bilir’ bir bakış attı.

  Odamda aynamın karşısında öylece oturmuş düşünüyordum. Üyesi olduğum “Yansımalar” dergisi için İstanbul hakkında bir makale yazmam gerekiyordu. Ama ne yazacağımı bilmiyordum, çünkü İstanbul için söylenmemiş söz yazılmamış şiir kalmamıştı. Öyle ya, trajedilerin şehri. Mutsuzluklarıyla mutlu olmasını bilen kör insanlar ülkesinin kalbinin attığı şehir; İstanbul. Ne yazmaya çalışsam bir emsali vardı, her şey artık bayatlamaya başlamıştı. Düşüncelerimin arasında kayıptım, bu yüzden boğazın serinlettiği bu yanan şehri semt semt gezmeye karar verdim. Kendi oturduğum yerden başladım işe. Çengelköy.

  Çengelköy. Kime sorsanız bilir... Çengelköy.. Çınaraltı kahvesi... Süper baba dizisinin çekildiği yer. Sonra hıyarları da meşhurdur Çengelköy’ün. Ama ben kimsenin bilmediği, kamera ve ışıkların bile meşhur edemeyeceği bir şey bulmak istiyordum Çengelköy hakkında. Çınaraltı kahvesine gittim, denize yakın bir masa buldum kendime, oturdum. Bir de çay söyledim kendime. Sevimli bir yerdir burası, çoğu kişi neşelidir ve tıklım tıklım doludur her daim... Bu sevimliliği kabadayı tavırlı garsonlar bile bozamaz, hatta o mekanın büyüsü içinde öyle bir garsonun “bacısı” olmayı bile kabullenebilirsiniz. Çayım az sonra geldi. Onu tatlı tatlı yudumlarken neredeyse buraya geliş amacımı unutuyordum. Birden yan masadan konuşmalar çalındı kulağıma. İki tıp öğrencisi, biri kız öbürü erkek yaz tatiline girildiğinden beri görüşememiş, eski günleri yadediyorlardı. İkisi de bu konuşmalardan memnun görünüyordu. Biraz da mahçup. Ve ölesiye merak ettim cocukça tavırlarının altında yatan hikayeyi. Sevdikleri yerlerden bahsediyorlardı, erkek olan konuşuyordu: “Taksim’de herkes İstiklal Caddesi üzerindeki yerleri bilir, kafeleri, pasajları, sinemaları... Ben ise ara sokaklarında belirli yerleri bilirim. Ortaokuldayken ben, bir ara sokak vardı Beyoğlu’nda okul çıkışlarında arkadaşlarla takıldığımız. Başkasına sorsanız sıradan bir sokaktı ama bizim için özeldi. Sevgililerimizi alır o sokağın kaldırımlarında oturur, sigaralarımızı tüttürerek muhabbet ederdik akşama kadar. Biz mezun olduktan sonra meşhur oldu o sokak. Herkes takılmaya başladı oralarda”. Yazdıkları şiirlerden bahsediyorlardı, onlara ilham veren şeylerden... Çok şey paylaşmak istiyor gibiydiler ama çözemediğim bir engel vardı aralarında. Saat yedi gibi kalktıklarında çözümü bulmuş gibiydim. Engeli aşabilseler, sınırsız ortak noktalarıyla sonsuza dek birbirlerini yaşayacaklardı, hiç ayrılmak istemeden... Ama ikisini de bekleyen başka türlü yaşamlar vardı, bu kader gibiydi biraz... Sanırım. Bir yaz günü için hala havanın aydınlık olduğu bir saatti. Bir minibüse binip Üsküdar yolunu tuttum. Minibüs güzel havanın etkisiyle tıklım tıklım doluydu. Boş yere mücadele ile geçen hiçbir yere varamayan hayatlarında tek neşeli günlerini son damlasına kadar tüketerek yaşamaya çalışan insanların hüzün kokusu ile doluydu. Şöför eksik ödenen paraların ve saptayamayacağı beleşçilerin acısını çıkarırcasına delice kullanıyordu minibüsü. Yine de neşeliydi. Neden olmasındı ki! Müziği vardı. Gideceği yer belliydi. Üsküdar’da da onu bekleyen dost sohbeti vardı.

  Üsküdar’a vardık. Minibüsten indim. Öylece yürümeye başladım. Birazcık ilerledim. İki trafik ışığını geçerek meydandaki parka doğru gittim. Anında genç bir adam çekti dikkatimi. Ayakta mum gibi duruyor, yüz metre kadar uzağında bir ağacın dibindeki bankta ağaca dönük olarak oturan bir kızı izliyordu. Kız kendi kendine konuşuyordu. Genç adam bir saniye olsun gözünü ayırmıyordu kızdan. Delice aşık gibiydi. Merak ettim... Güvercinlerle doluydu meydan. Gözüm arkada vapur iskelesine gittim. Çoğu insanın tercih ettiği Beşiktaş motoruna binmeyip vapur saatinin gelmesini bekledim. O sırada bir kız ile erkek arkadaşı kapıların açılmasını bekliyor vedalaşıyorlardı. Sarıldılar. Kız gitmek istemiyor gibiydi. Hüzünlüydü. Erkek de öyleydi ama bunu belli etmemeye çalışıyor gibiydi. İlginçti halleri. Kapılar açıldı. Kız erkek arkadaşına el salladıktan sonra vapura bindi. Vapurun kalkış saati gelmemişti henüz. Kız vapurda fazla ilerlemeden girişte durdu. Az sonra vapurdan inen insanların çıktığı demir parmaklıkların arkasında erkek arkadaşı belirdi. Kızın yüzü aydınlandı. Birbirlerine öylece bakıyor arada bir el sallıyorlardı. Az sonra pembe elbiseli bir kadın bindi vapura. Kız ile erkek arkadaşı birbirlerine gülümsediler. Erkek arkadaşı kadının güzel olduğunu belirtti işaretlerle. Mayolarıyla denize giren çocuklar vardı vapurun önünden. Bizim kızla erkek arkadaşının haline bakıp gülüyorlardı. Suratsız bir vapur görevlisi kızı ve aşık bakışlarını süzüyordu. Kız mutluğundan, hüznünden gülümsüyordu görevliye ama görevli karşılık vermiyordu. Kız işaret çekti arkasından, erkek arkadaşı güldü. Başka bir genç kadın ve sevgilisi bindi vapura. Onlar da vapurun fazla içine girmeden bir köşeye yerleştiler. Vapurun içinden bu insanları izliyordum. Bizim kız üzerine çökmüş olduğu merdivenden erkek arkadaşına el sallıyor, yeni gelen çift demirlere tünemiş aşık aşık sarılıyordu, pembe elbiseli kadın ise ayakta duruyor denizi izliyordu.. Kimbilir aklından neler geçiyordu. Vapur kalktı, gözleri hüzünle dolup taşarak son kez el salladı kız erkek arkadaşına. Vapur çok sessiz gitti Beşiktaş’a. Zaten sese ihtiyaç yoktu.. Görüntü her şeyi anlatmaya yetiyordu.

  Beşiktaş’taydım. Deniz kıyısında yürüyordum. Hava serinlemeye başlamış, ağırlaşmıştı. Bir yığın delikanlı ilişti gözüme. İki kızın peşine takılmış tanışmaya çalışıyorlardı. Kızlar yüz vermiyordu. Polis çağırırız diyorlardı. Erkekler ise hiç oralı değillerdi. Kızlardan biri dönüp: “Bu yaptığınızdan utanmanız gerekir” dedi. Erkekler güldü kahkahalar atarak ve bir tanesi: ”Öyle mi Zübeyde Teyze” dedi. Az sonra kızların peşinden ayrıldılar. Takip ettim delikanlıları. Bir tur atıp tekrar peşine takılmışlardı kızların. Daha önce söz almış olan erkek ağlamaklı bir ses tonuyla sinirli sinirli konuşuyordu: ”Polise haber verdiniz değil mi! Bizi tutuklayacaklar sizin yüzünüzden. Dayak yedik.......” Bir yığın küfür saydı. Ben onları izlerken bir amca beni dürtüp: ”Kızım ayakkabı bağın çözülmüş, onu bağla da düşmeyesin” dedi. Teşekkür edip bağladım. Yürümeye devam ettim. Sahil kenarında bir çift oturuyordu. Yanlarından geçtim. Beton bir çıkıntının üstüne sıkışıp oturmuşlar, kız bir hikaye anlatıyordu. Hikaye Beylerbeyi’nde eski bir evde geçen, yüzyıllardır kaybolmuş bir aşkı bulan iki insanla ilgiliydi. Hoştular. Paylaşımlarının bir sonunun geleceğini biliyor ama son damlalarına kadar birbirlerini yaşamak istiyormuşcasına... Gülümsedim. Çünkü bana göre onların bilgi haznesinde bir şey eksikti. Son gelmek zorunda değildi. Sonu hep getiren gelmek zorunda olduğunun beynimize ite kaka sokulmuş olması bilinciydi. Ve yaşamlarımız bu bilincin yanlış anlaşılmış bir yansımasıydı. Düşüne düşüne otobüs durağına varmışım. Taksim’e geçecektim. İlk gelen otobüse bindim. Tıka basa doluydu. Bir sonraki durakta orta kapıdan bir iki kişi daha girebildi. Ondan sonraki durakta ise orta kapı yeniden açıldı. Az önceki durakta otobüsü binmiş olan adamlardan biri bağırmaya başladı: ”Yuh be amma doldurdun otobüse, ne bu eziyet ya!” .

  Kısa süre sonra Taksim’deydik. Otobüsten indim. Taksim Meydanı’na doğru yürümeye başladım. Genç bir çift öylece duruyordu meydanın ortasında. Kavga ediyor gibiydiler. Herhalde kız takmıştı oğlana, oğlan ise umursamıyordu. Ya da onun gibi bir şey işte... Az sonra kız çekti gitti meydandan. Bir otobüse bindi. Oğlan öylece kalakaldı. Dondu. Etrafına şöyle bir bakındıktan sonra cebinden telefonunu çıkarttı. Konuştu. Kapattı. Hareketleri mekanikti. Onu orada tek başına bırakarak İstiklal Caddesi’ne doğru yürüdüm. İstiklal Caddesi yine çok renkliydi. Her türden insanla dolup taşıyordu. Hava kararmıştı, ışıkları güzeldi. Yorgun bakışlı insanlar vardı etrafta. Heyecanlı insanlar, donuk insanlar, şaşkın insanlar, neşeli insanlar, boş boş bakanlar, yüksek sesle konuşanlar. Uzaydan bu kocaman alan, bir insan sürüsünün toplanmış olduğu bir kare gibi gözüküyor olmalıydı. Bir insan sürüsü ama farklı görünmeye çalışan. Yine de aynı ortamdan, aynı olmaktan kopamayan. Pala bıyıklı koca tesbihli amca yine ortalardaydı. Bir başka amca tek sayfalar halinde yazdığı şiirleri satıyordu. Bir erkek yanındaki kıza bir şiir aldı. Yanımdan iki kız geçti, aldıkları tango derslerinden söz eden. Gözleri parlıyordu. Tünele vardım. Bir şey dikkatimi çekti, bütün Beyoğlu durmuş gibiydi bu görüntünün yanında. Genç bir kız ile ondan epeyce yaşlı bir adam yolun ortasında duruyor, bakışıyorlardı. Mekanın neresi olduğu, saatin kaç olduğu önemli değildi. Kaldırımsız sokakların arasından gramofon sesi yükseliyordu. Genç kız adamın elini tuttu ayrılmaya çalışırken. Adamın gözleri hüzünle doluydu. Kızın da. Adamın elini bırakınca kızın yüzünde bir boşluk belirdi. Adam ise bir an doğrularını bile unuttu. Boyundan büyük duyguları taşıyan küçücük kız arkasına bakmadan yok oldu kalbi cayır cayır yanarak.

  Yolun ortasında öylece kaldım. Makalemi yazamamış ve şaşkın bir vaziyette... Bir güvercin gördüm yolda, öylesine yürüyordu. Önünde durduğum dükkanın vitrininden yansımasını gördüm güvercinin, sonra da kendimin.