Popüler Yazılar

Cinsiyetsiz öykü (2002)

CİNSİYETSİZ ÖYKÜ

 

 

  Üç katlı bir apartmanın orta katının camı açıktı. Bir güvercin camın dışında oturmuş içerisini izliyordu. Sarı boyalı duvarlar yavaş yavaş dökülmeye başlamış, üzerlerine yapıştırılmış olan yazı ve fotoğrafları zor kaldırıyordu. Oda boydan boya bu resimler ve yazılarla doluydu. Pencerenin karşısındaki duvarın tam ortasında bir ayna duruyordu. Bir insan orada oturmuş boş boş aynaya bakıyordu. Güvercin ‘bilir’ bir bakış attı.

  Odamda aynamın karşısında öylece oturmuş düşünüyordum. Üyesi olduğum “Yansımalar” dergisi için İstanbul hakkında bir makale yazmam gerekiyordu. Ama ne yazacağımı bilmiyordum, çünkü İstanbul için söylenmemiş söz yazılmamış şiir kalmamıştı. Öyle ya, trajedilerin şehri. Mutsuzluklarıyla mutlu olmasını bilen kör insanlar ülkesinin kalbinin attığı şehir; İstanbul. Ne yazmaya çalışsam bir emsali vardı, her şey artık bayatlamaya başlamıştı. Düşüncelerimin arasında kayıptım, bu yüzden boğazın serinlettiği bu yanan şehri semt semt gezmeye karar verdim. Kendi oturduğum yerden başladım işe. Çengelköy.

  Çengelköy. Kime sorsanız bilir... Çengelköy.. Çınaraltı kahvesi... Süper baba dizisinin çekildiği yer. Sonra hıyarları da meşhurdur Çengelköy’ün. Ama ben kimsenin bilmediği, kamera ve ışıkların bile meşhur edemeyeceği bir şey bulmak istiyordum Çengelköy hakkında. Çınaraltı kahvesine gittim, denize yakın bir masa buldum kendime, oturdum. Bir de çay söyledim kendime. Sevimli bir yerdir burası, çoğu kişi neşelidir ve tıklım tıklım doludur her daim... Bu sevimliliği kabadayı tavırlı garsonlar bile bozamaz, hatta o mekanın büyüsü içinde öyle bir garsonun “bacısı” olmayı bile kabullenebilirsiniz. Çayım az sonra geldi. Onu tatlı tatlı yudumlarken neredeyse buraya geliş amacımı unutuyordum. Birden yan masadan konuşmalar çalındı kulağıma. İki tıp öğrencisi, biri kız öbürü erkek yaz tatiline girildiğinden beri görüşememiş, eski günleri yadediyorlardı. İkisi de bu konuşmalardan memnun görünüyordu. Biraz da mahçup. Ve ölesiye merak ettim cocukça tavırlarının altında yatan hikayeyi. Sevdikleri yerlerden bahsediyorlardı, erkek olan konuşuyordu: “Taksim’de herkes İstiklal Caddesi üzerindeki yerleri bilir, kafeleri, pasajları, sinemaları... Ben ise ara sokaklarında belirli yerleri bilirim. Ortaokuldayken ben, bir ara sokak vardı Beyoğlu’nda okul çıkışlarında arkadaşlarla takıldığımız. Başkasına sorsanız sıradan bir sokaktı ama bizim için özeldi. Sevgililerimizi alır o sokağın kaldırımlarında oturur, sigaralarımızı tüttürerek muhabbet ederdik akşama kadar. Biz mezun olduktan sonra meşhur oldu o sokak. Herkes takılmaya başladı oralarda”. Yazdıkları şiirlerden bahsediyorlardı, onlara ilham veren şeylerden... Çok şey paylaşmak istiyor gibiydiler ama çözemediğim bir engel vardı aralarında. Saat yedi gibi kalktıklarında çözümü bulmuş gibiydim. Engeli aşabilseler, sınırsız ortak noktalarıyla sonsuza dek birbirlerini yaşayacaklardı, hiç ayrılmak istemeden... Ama ikisini de bekleyen başka türlü yaşamlar vardı, bu kader gibiydi biraz... Sanırım. Bir yaz günü için hala havanın aydınlık olduğu bir saatti. Bir minibüse binip Üsküdar yolunu tuttum. Minibüs güzel havanın etkisiyle tıklım tıklım doluydu. Boş yere mücadele ile geçen hiçbir yere varamayan hayatlarında tek neşeli günlerini son damlasına kadar tüketerek yaşamaya çalışan insanların hüzün kokusu ile doluydu. Şöför eksik ödenen paraların ve saptayamayacağı beleşçilerin acısını çıkarırcasına delice kullanıyordu minibüsü. Yine de neşeliydi. Neden olmasındı ki! Müziği vardı. Gideceği yer belliydi. Üsküdar’da da onu bekleyen dost sohbeti vardı.

  Üsküdar’a vardık. Minibüsten indim. Öylece yürümeye başladım. Birazcık ilerledim. İki trafik ışığını geçerek meydandaki parka doğru gittim. Anında genç bir adam çekti dikkatimi. Ayakta mum gibi duruyor, yüz metre kadar uzağında bir ağacın dibindeki bankta ağaca dönük olarak oturan bir kızı izliyordu. Kız kendi kendine konuşuyordu. Genç adam bir saniye olsun gözünü ayırmıyordu kızdan. Delice aşık gibiydi. Merak ettim... Güvercinlerle doluydu meydan. Gözüm arkada vapur iskelesine gittim. Çoğu insanın tercih ettiği Beşiktaş motoruna binmeyip vapur saatinin gelmesini bekledim. O sırada bir kız ile erkek arkadaşı kapıların açılmasını bekliyor vedalaşıyorlardı. Sarıldılar. Kız gitmek istemiyor gibiydi. Hüzünlüydü. Erkek de öyleydi ama bunu belli etmemeye çalışıyor gibiydi. İlginçti halleri. Kapılar açıldı. Kız erkek arkadaşına el salladıktan sonra vapura bindi. Vapurun kalkış saati gelmemişti henüz. Kız vapurda fazla ilerlemeden girişte durdu. Az sonra vapurdan inen insanların çıktığı demir parmaklıkların arkasında erkek arkadaşı belirdi. Kızın yüzü aydınlandı. Birbirlerine öylece bakıyor arada bir el sallıyorlardı. Az sonra pembe elbiseli bir kadın bindi vapura. Kız ile erkek arkadaşı birbirlerine gülümsediler. Erkek arkadaşı kadının güzel olduğunu belirtti işaretlerle. Mayolarıyla denize giren çocuklar vardı vapurun önünden. Bizim kızla erkek arkadaşının haline bakıp gülüyorlardı. Suratsız bir vapur görevlisi kızı ve aşık bakışlarını süzüyordu. Kız mutluğundan, hüznünden gülümsüyordu görevliye ama görevli karşılık vermiyordu. Kız işaret çekti arkasından, erkek arkadaşı güldü. Başka bir genç kadın ve sevgilisi bindi vapura. Onlar da vapurun fazla içine girmeden bir köşeye yerleştiler. Vapurun içinden bu insanları izliyordum. Bizim kız üzerine çökmüş olduğu merdivenden erkek arkadaşına el sallıyor, yeni gelen çift demirlere tünemiş aşık aşık sarılıyordu, pembe elbiseli kadın ise ayakta duruyor denizi izliyordu.. Kimbilir aklından neler geçiyordu. Vapur kalktı, gözleri hüzünle dolup taşarak son kez el salladı kız erkek arkadaşına. Vapur çok sessiz gitti Beşiktaş’a. Zaten sese ihtiyaç yoktu.. Görüntü her şeyi anlatmaya yetiyordu.

  Beşiktaş’taydım. Deniz kıyısında yürüyordum. Hava serinlemeye başlamış, ağırlaşmıştı. Bir yığın delikanlı ilişti gözüme. İki kızın peşine takılmış tanışmaya çalışıyorlardı. Kızlar yüz vermiyordu. Polis çağırırız diyorlardı. Erkekler ise hiç oralı değillerdi. Kızlardan biri dönüp: “Bu yaptığınızdan utanmanız gerekir” dedi. Erkekler güldü kahkahalar atarak ve bir tanesi: ”Öyle mi Zübeyde Teyze” dedi. Az sonra kızların peşinden ayrıldılar. Takip ettim delikanlıları. Bir tur atıp tekrar peşine takılmışlardı kızların. Daha önce söz almış olan erkek ağlamaklı bir ses tonuyla sinirli sinirli konuşuyordu: ”Polise haber verdiniz değil mi! Bizi tutuklayacaklar sizin yüzünüzden. Dayak yedik.......” Bir yığın küfür saydı. Ben onları izlerken bir amca beni dürtüp: ”Kızım ayakkabı bağın çözülmüş, onu bağla da düşmeyesin” dedi. Teşekkür edip bağladım. Yürümeye devam ettim. Sahil kenarında bir çift oturuyordu. Yanlarından geçtim. Beton bir çıkıntının üstüne sıkışıp oturmuşlar, kız bir hikaye anlatıyordu. Hikaye Beylerbeyi’nde eski bir evde geçen, yüzyıllardır kaybolmuş bir aşkı bulan iki insanla ilgiliydi. Hoştular. Paylaşımlarının bir sonunun geleceğini biliyor ama son damlalarına kadar birbirlerini yaşamak istiyormuşcasına... Gülümsedim. Çünkü bana göre onların bilgi haznesinde bir şey eksikti. Son gelmek zorunda değildi. Sonu hep getiren gelmek zorunda olduğunun beynimize ite kaka sokulmuş olması bilinciydi. Ve yaşamlarımız bu bilincin yanlış anlaşılmış bir yansımasıydı. Düşüne düşüne otobüs durağına varmışım. Taksim’e geçecektim. İlk gelen otobüse bindim. Tıka basa doluydu. Bir sonraki durakta orta kapıdan bir iki kişi daha girebildi. Ondan sonraki durakta ise orta kapı yeniden açıldı. Az önceki durakta otobüsü binmiş olan adamlardan biri bağırmaya başladı: ”Yuh be amma doldurdun otobüse, ne bu eziyet ya!” .

  Kısa süre sonra Taksim’deydik. Otobüsten indim. Taksim Meydanı’na doğru yürümeye başladım. Genç bir çift öylece duruyordu meydanın ortasında. Kavga ediyor gibiydiler. Herhalde kız takmıştı oğlana, oğlan ise umursamıyordu. Ya da onun gibi bir şey işte... Az sonra kız çekti gitti meydandan. Bir otobüse bindi. Oğlan öylece kalakaldı. Dondu. Etrafına şöyle bir bakındıktan sonra cebinden telefonunu çıkarttı. Konuştu. Kapattı. Hareketleri mekanikti. Onu orada tek başına bırakarak İstiklal Caddesi’ne doğru yürüdüm. İstiklal Caddesi yine çok renkliydi. Her türden insanla dolup taşıyordu. Hava kararmıştı, ışıkları güzeldi. Yorgun bakışlı insanlar vardı etrafta. Heyecanlı insanlar, donuk insanlar, şaşkın insanlar, neşeli insanlar, boş boş bakanlar, yüksek sesle konuşanlar. Uzaydan bu kocaman alan, bir insan sürüsünün toplanmış olduğu bir kare gibi gözüküyor olmalıydı. Bir insan sürüsü ama farklı görünmeye çalışan. Yine de aynı ortamdan, aynı olmaktan kopamayan. Pala bıyıklı koca tesbihli amca yine ortalardaydı. Bir başka amca tek sayfalar halinde yazdığı şiirleri satıyordu. Bir erkek yanındaki kıza bir şiir aldı. Yanımdan iki kız geçti, aldıkları tango derslerinden söz eden. Gözleri parlıyordu. Tünele vardım. Bir şey dikkatimi çekti, bütün Beyoğlu durmuş gibiydi bu görüntünün yanında. Genç bir kız ile ondan epeyce yaşlı bir adam yolun ortasında duruyor, bakışıyorlardı. Mekanın neresi olduğu, saatin kaç olduğu önemli değildi. Kaldırımsız sokakların arasından gramofon sesi yükseliyordu. Genç kız adamın elini tuttu ayrılmaya çalışırken. Adamın gözleri hüzünle doluydu. Kızın da. Adamın elini bırakınca kızın yüzünde bir boşluk belirdi. Adam ise bir an doğrularını bile unuttu. Boyundan büyük duyguları taşıyan küçücük kız arkasına bakmadan yok oldu kalbi cayır cayır yanarak.

  Yolun ortasında öylece kaldım. Makalemi yazamamış ve şaşkın bir vaziyette... Bir güvercin gördüm yolda, öylesine yürüyordu. Önünde durduğum dükkanın vitrininden yansımasını gördüm güvercinin, sonra da kendimin. 


Olgunlaşma ibareleri

"Ben seni kırmam" dedi. Varımı yoğunu önüne serdiğim insanlar bu sözü bana veremedi. Daha eli elime değmeden bana ben seni kırmam dedi. Tatlı-acı bir hüzün ve ardından gözyaşları geldi... Ne kadar basit bir cümle gibi görünüyor ve söylenmese de bana hissettirilen bir cümleydi mutlaka ama yine de dünyalar benim oldu.


Şehir (2002)

ŞEHİR

  

İzmir gökyüzüne bir bakışın binlerce iç içe geçmiş yıldızı sergilediği gecelerden birini yaşıyordu. İnsanlar kumsalda yatıyor bu hayranlık verici manzaranın tadını çıkarıyordu. Bir pansiyonun güneşin batışıyla sahile attığı şezlonglar ve sayesinde kazancının arttığı nargile kafe de bu yıldız manzarasının tadına tat katıyordu. Nargilelerini tüttüren gençler yan yana şezlonglarda yatıp el ele yıldızlara bakıyorlardı. Pansiyonun içine doğru bir seyre dalışta pansiyon sahibi telefonda konuşuyordu:

   “Evet, Ateş’im sen gel bakarız senin pansiyon işine, sana da açarız bir tane. Hatta ortak olmak isteyen bir arkadaşın varsa bu iş öyle daha iyi yürür. Ben bu işleri çok iyi öğrendim. Sen çık gel o yıkık şehirden ben sana yol yordam gösteririm. Artık bize ait bir şey kalmadı o şehirde. Haydi, eyvallah, telefonunu bekliyorum. Ya da iyisi mi sen çıkıp geliver.” Pansiyon sahibi yıldızlara keskin bir bakış attı durduğu yerden. İzmir’in uzun zamandır gördüğü en yıldızlı geceydi. Gökyüzünde boş yer kalmamıştı. Sanki yıldızlar bir yerde toplanmış parti yapıyorlardı. O keskin bakışı izleyerek hava bulutundan hava bulutuna atlayarak yıldızların en dibine gidince partinin niteliği açıklık kazandı. Yıldızlar gerçekten de toplanmış konuşuyorlar, yıldız konseyi gibi bir şey, üstelik gündemde çok önemli bir konu var. Her yıldız bulunduğu köşeden sorumlu olduğu şehrin raporunu veriyordu. Altı ayda bir yapılan bu toplantılarda şehirlerde meydana gelen doğal afetler ve doğal olmasa da atmosfere ulaşacak kadar yaygara koparan felaketler konuşuluyordu. Şehrin gösterdiği seyre bakılıp bir otopsi yapılıyordu şehre, didik didik sebepleri araştırılıyordu ve eğer çözülemeyecek bir şeyler var gibiyse şehirden vazgeçiliyordu. Şehrin kaderi ise idam ediliyordu. Yıldızlar o şehri artık görmez oluyordu, izlemez korumaz duruma geliyordu. Her şehir de altı ayda bir gündeme gelmiyordu çünkü bazı şehirler daha önemli bulunuyor bazılarının gündemi ise yavaş ilerliyor yavaş gelişen şehirler sınıfına konup beş yılda bir incelenmeye alınıyordu. Kısacası o şehirde meydana gelen değişimin hızı belirliyordu bu toplantıların frekansını.

Yıldızlar sırayla konuşuyor, raporlarını sunuyordu. Sıra küçük ama tecrübeli bir yıldıza geldi. İstanbul yıldızıydı.

   “Evet, şimdi İstanbul daha seyrek olarak izlediğimiz bir şehir. Aslında yeniliklere açık olmasına rağmen çok hırçın bir şehir oluşudur bunun altında yatan. İşimi zorlaştırıyor. Siz de biliyorsunuz ki yalnızlık bazı yıldızların hamurunda var. Her şehir zaman zaman yalnızlık çeker ama İstanbul’un yalnızlığı süregelen ve süre gidecek olan bir yalnızlık. Kendisinden çok farklı şehirlerle çevrili ve esas sorun çevresindeki şehirlerin İstanbul’un konumuna gelmesi gerektiğidir bence. Fakat Türkiye’nin öbür şehirleri İstanbul’un hızına yetişemediklerinden sorumlu yıldızlar çok da ilgi gösteremiyorlar. Bütün bu mesele kısır bir döngü halini alıyor zamanla. İçinde bulunduğu ülkenin şehirlerinden bu kadar uzak oluşu da huysuzluğunu ve yalnızlığını hat safhaya çıkarmakta…

   İşe yeni başlamış bir yıldız şaşkınlık içinde sordu:

   “Şehirler nasıl yalnızlık çekebilirler ki, nasıl mutsuz ve huysuz olabilirler, bütün bunlar hiçbir anlam ifade etmiyor.”

   Yıldız konseyinin başyıldızı kibar bir işaretle konuşma hakkını aldı:

   “Bu ders her yıldızın zamanla öğrenmesi gereken bir derstir. Bir şehre istatistiklerle ve teorik bilgilerle yaklaşamazsınız daima. Bir bütün olarak yaklaşabilmek sizin yeteneğinizde farkı yaratandır. Şehrin ruhsal konumu da hep göz önünde olmalıdır. Sadece biz yıldızlar değiliz evrende yalnızlık çekenler. Şehirler de yalnızlık çeker, şehirlerin de ruhları vardır. O şehirde yaşayan tün insanların ortalama ruh halidir hep o şehre yansıyan. O şehirde meydana gelen ve bizim incelediğimiz her doğal afet bu yalnızlığın getirdiği bir isyandır aslında. Her cinayet, her siyasi devrim şehrin o mazlum yalnızlığının haykırışıdır. Feci kan kaybeder o şehir ruhunun verdiği savaşta. Her olayın sonunda da ise otopsi masasına yatırılır o şehir, halinden hesap sorulmaya, cinnetine neden bulunmaya. Çoğu zaman ne yazık ki kaynağını bulamayız şehri en başında o masaya yatıran olayın. Ve İstanbul yıldızının da söylediği gibi o şehir belki de bulunduğu ülkenin en yalnız şehridir. İnsanların ona yaptığı yatırımlarla daha zengin, kitapların kaynakların ulaşılabilirliği ile daha geniş bakabilen, yurtiçi ve yurtdışı etkinliklere destekleyici ve ev sahibi olmasıyla daha kültürlü ama ne yazık ki selamsız sabahsız insanlarıyla ve onların ortalama ruhuyla daha yalnız. Çünkü şehirler çocuklar gibidir. Onlara ne verilirse onlar da ancak o ölçüde gelişebilir. Açılan kapılara girebilirler ancak. Türkiye açabileceği kapıların çoğunu İstanbul’a açmış bir ülkedir. İstanbul ise açılan kapılardan içeri girmiş ve büyümüş, akıllanmıştır, bu nedenle daha da yalnız kalmaya mahkûm bırakılmıştır. Bu kadar gelişmiş bir şehrin geride kalan şehirlerle ne konuşacak bir şeyi kalmıştır ne de sırtını dayayabileceği bir komşu şehir. Neyse gevezeliği bırakalım da işimize bakalım. Çabucak ver İstanbul’un raporunu da şu kararı verelim artık. Çok zamanımızı almaya başladı.”

   “Tabi efendim. Bir kere dört yıl önce çok büyük bir deprem meydana geldi. Yine İstanbul’un yalnız günlerinden biriydi, daha fazla parçalanmak istemiyor gibiydi. İçinde göçmenler dolup taşarken kendini öldürmek istedi sanırım. Biliyorsunuz artık “İstanbullu” çok az kaldı ve yalnızlığının sebeplerinden biri de bu aslında. Herkes bir yerlerden gelme ve içinde yaşayan çoğu insanın kalbinde atan bir başka şehir var. İstanbul nasıl bu kadar sevilmeye muhtaç, nasıl bu kadar yalnız olmasın.”

   Bir şimşek hızında yeryüzüne inince; depremin oluşunu izlemek, haykırışları görmek mümkündür. Yıldızlar kabaca görüyorlar şehri, teke tek insanları tanımıyor bazı şeylerden bir haber oluyorlar. Depremin meydana geldiği gün aslında sıradan bir gün değildi. İstanbullular artık yorgun. Hepsi başka bir şehre yerleşme derdinde. Güneye, batıya, sıcak ve sessiz ama en çok da sakin bir yerlere... İstanbul nasıl kan ağlamasın. Gece 2-3 gibiydi depremin meydana gelişi. Ve ertesi gün için Ateş isminde eski bir İstanbullunun elinde bir otobüs bileti. Altmış yaşlarındaydı, batıya yerleşmeye karar vermişti. Pansiyon işletecek sessizlik sakinlik içinde yaşayacaktı. Soyu tükenmekte olan İstanbul’u koşulsuz sevenlerin ender bir temsilcisiydi. Yatırımlarla zenginleşip şehirleşmeden önce bile sevmişti İstanbul’u. Artık sevmez olmuştu. Pisliği, gürültüsü, politikası, televizyonu, piyasası, medyası ve hayata bakış açısı… Bunların hepsi onu kendi şehrinden uzaklaştırmıştı. İstilaya uğramıştı İstanbul ve evli evinden ediliyor, dağdan gelenler bağdakini kovuyordu. Gidemedi. Deprem olmuştu. İlgilenmesi gereken işler vardı. Ailesinden birçok insanı kaybetti o depremde ve artık çekip gitmek kaçınılmaz hale geldi. O aynı şimşek bulutu içinde yıldızlara geri dönüldüğünde yıldız hâlâ konuşuyordu.

   “Bu depremde çok insan öldü, çok insan yaralandı, çok insan korkusuyla baş başa kaldı. İstanbul her zamandan çok çaresizlik kokmaya başladı. Mahkemeye çıkarttım o olaydan sonra şehri ve şehir suçlu bulundu. Otopsisinde ise gözle görülür bulgular vardı. Büyümüş bir kalp bulundu ve kalp kası açıldığında içinden birikmiş kıskançlık kristalleri döküldü. Şehrin suçlu oluşu bu bulgularla desteklendi. Uyarı aldı. Ama felaketler bununla bitmedi. Depremden iki sene sonra bir alışveriş merkezinde patlamalar meydana geldi. Toz bulutları atmosfere yükseldi. Olaydan haberdar olduğumda mahkemeyi hemen topladım yeniden. İnsanlar ölmüştü ve İstanbul’un yıkıma ev sahipliği yapan bir şehir olduğu artık gün gibi ortadaydı. Nüfusu gittikçe artan bu şehir sanki göçleri engellemek kendine ait olanı kendinde tutmak istiyor gibiydi. Mahkemede yine suçlu bulundu ve otopsisi de kısa sürdü. Hemen kanında çaresizlik hücreleri saptandı. Mahkeme emri çıkarttı. İstanbul’un kaderine bir sonraki yıldız konseyinde karar verilecek dendi.”

   “Peki, öyleyse…” dedi konsey başkanı “O zaman kendi aramızda oyu vereceğiz hemen ve toplantımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz… Size düşünmek için biraz süre tanıyacağım.”

   Yıldızlar büyük bir sorumluluk gerektiren bir karar verme işinde cebelleşirken Ateş Bey İstanbul’dan ayrılamıyordu. Tam planlarını yapmışken bu sefer patlamalar meydana geldi o çok sevdiği şehrin göbeğinde. Planlarını ertelemek zorunda kaldı. Çok da ertelemedi. Sakarya’ya trenle geçip pansiyon konusunda onunla iş yapmak isteyen bir arkadaşını alıp gidecekti İzmir’e. Yıldızlar kararlarını vermek için düşünürken İstanbul deliliğinin tepesine varmıştı. Ateş Bey’in bindiği tren birçok insanı öldürerek kaza yaptı. Ateş Bey ölenlerden biriydi. Cesedi de İstanbul’da kaldı, mezara kendi şehrinde gömüldü.

   Yıldızlar ise kararı vermişti. Konsey başkanı konuşuyordu:

   “Bir şehri o şehir yapan insanlarıdır. İnsan değiştikçe o şehir de değişir. Ama şehirler değişmek istemezler, değişim onları yorar yıkar. Belki İstanbul’un halinden, cinnetinden ve milyonlarca cinayetlerinden insanları sorumludur ama suçlu bulunan şehirdir. Oy üstünlüğü ile İstanbul’un idamına karar verilmiştir. Bir sonraki şehre geçelim.”

 

   Aslına bakılırsa İstanbul çoktan ölmüştü ama yine de idam kararı alındı ve kendi başının çaresine bakmak üzere terk edilmeden önce son bir defa otopsi masasına yatırıldı.  Masaya yatırılınca yüzünde koskoca bir gülümseme belirdi. Planlanmış bir cinnetin geriye kalan tek kanıtıydı bu.  


Lohusa olmak/ Ebeveyn olmak / Anne olmak

Lohusa olmak/ Ebeveyn olmak / Anne olmak

 

O doğalı 23 ay oldu ve ben yeniden yazmaya ancak başlayabildim. Notlar aldım, fikirlerimi yitirmedim ama onları bir araya getirebilmek ve eski kendim olamayacağımı anladıktan sonra yeni “kendim”i bulabilmek ve onu cümle içinde kullanmayı öğrenebilmek zaman aldı. Yine de tam öğrendim diyemem. Ama birkaç aydır kendimi yeniden cümle kurmaya hazır hissetmeye başladım yavaş yavaş.

Lohusa olmak

Bebeğimi kucağıma aldığım andan itibaren bambaşka biri olmuştum. Yaralı, endişeli, korkak… Herkesin yaşadığı süreç elbette farklıdır fakat benim hayatımda yaşadığım en zor dönemdi. Yemek yemeyi çok seven ben o dönemde zorunda olduğum için yiyordum. Sıcakmış soğukmuş baharatmış tuzmuş hiç umrumda değildi. Aklım hep bebeğimin yediklerindeydi. Aklımda, kalbimde düşüncelerimde başka hiçbir şeye yer kalmamıştı, ondan başka. Doğumdan sonra ilk günlerde iyi beslenememişti. Inatlaşmıştı benimle emmemek için. Kendimi bir zorba gibi hissetmiştim. O zaman anlamıştım ona hiçbir şeyin zorla yaptırılamayacağını (belki de herkesin ortak noktasıdır?). Şekeri düşmesin diye zorla meme vermekle uğraşıyordum bana çok kızıyordu ve ben ağlıyordum zorla vermeye çalışmam karşısındaki çaresizliğini bana karşı koyamayışına ağlıyordum. Sonra uykuları… biliyordum ki büyüme hormonu uykuda salgılanıyor, uykuları bana dert oluyordu. Uyusun da büyüsün ninni… Bir de o rüyalar… Kimi zaman saçma sapan kimi zaman korkulu karabasanlı rüyalar… Bilinçaltımın derinlerine gömdüğüm her korku, her yetemezlik duygusu, her yenilgi rüyalarımda savaşa giriyordu sanki. Bir de çevreden gelen yorumlar. Bizim insanımız kadın doğum ve pediatri uzmanıdır ve aynı zamanda psikologtur. Her şeyi bilir. Fakat bir arkadaşımın bir tavsiyesi gerçekten çok işime yaramıştı. Yavaşla dedi sadece… Ebeveyn olmak galiba bu yoldan geçiyor. Yavaşlamak ve sabırlanmak. Önce kendinizin sonra çocuğunuzun maskesini takın derler uçak yolculuklarında… Annelik de öyle olmalı mutlaka fakat insanın yenidoğan bebeği olunca bebeği iyi olmadan kendisine bakamıyor ki maskesinden ne kadar oksijen gelirse gelsin. Kısacası çaresizdim. Gazı yeterince çıktı mı? Bakın çıktı mı demiyorum… Yeterince… Karnı mı ağrıyor, doydu mu…

Bir anda gelen bu olağanüstü değişime ayak uydurmak çok zor geliyor insana. Bir anda her şey değişiyor; bütün dünyan, yediğin lokma, içtiğin su aldığın nefes o oluyor. Bunu kabullenmek  özgürlüğünden bir parça vazgeçmek demek. İyisiyle kötüsüyle her şey o artık… Evlilik yıl dönümüzde o 18 günlük bir bebekti. O gün sanırım gerçekten kabullendim. Ben artık bir anneydim. Ve kendimi toparlamam gerekiyordu. Kişiden kişiye değişiyor mutlaka, bazıları bebeklerini o kabulle alıyor kucağına fakat herkes öyle değil. En güzel esaret çünkü annelik. Herkes için özgürlük kolayca elden çıkarılabilen bir kavram değil ama çıkarınca tahminim o ki daha da özgürleşeceğim. Bakalım…

Yardım kabul etmek konusunda daha olgun ve daha cesur insanlar bu dönemde daha rahat edebiliyor. Insanın kendi ebeveynleri torunları söz konusu olunca çok daha yapıcı ve kucaklayıcı oluyorlar. Kendi çocuklarında belki yapamadıklarını yapıyorlar. Onları egosuz sevip korku hissettirmeden yanlarında olabiliyorlar. Mümkünse bu destekten mutlaka yararlanmak gerekli. Ben ilk günlerde kimsenin yardımını ve yapıcı yorumlarını dahi istemedim. Çünkü lohusa kafası bambaşka bir şey. Bu tür yardımları ve yorumları açık gönlülükle kabul etmeye hazır olan kadınlar bile çok daha kolay incinebilir bu dönemde. Benim annem beni kırmadan destek olmaya çalıştı. Beslenme sorunu yaşadığımız o ilk günlerde bebeğimizin emip emmediğini kontrol etmeye çalışırdı fakat bunu da kendi yavrusunu kırmadan yapmak ister gibi sessiz ürkek sırtını kamburlaştırarak kaçamak bakışlarla yapardı. Onu öyle gördükçe daha çok ağlamak isterdim. Çevrenizde sizi korumak için elinden geleni yapmaya hazır kişiler yoksa çevrenizi değiştirin kendinizi koruyun. Çünkü o dönemde insan zaten hep yanlış yapıyorum duygusu ile boğuşuyor. Anladıklarımdan biri ise o duygu tamamen hiç geçmiyor. Sadece bir tık daha mantık çerçevesine sığmaya başlıyor. Anladım ki ebeveyn olmak üç adım ileri giderken iki adım geri gitmekmiş mutluğumuzun derecesi de o bir adıma şükredip iki adıma hayıflanmamamıza bağlıymış.

Ebeveyn olmak

Ebeveyn olmanın sırrını yavaş yavaş çözümlemeye çalışıyorum elimden geldiğince. Bana öyle geldi ki “Fantastic Four” dörtlemesinin güçlerini iki ebeveynde birleştirebilirsek bu iş olur. Bu süreç elbette insanı büyütüyor olgunlaştırıyor fakat şart olan farklı güçlermiş gibi geliyor bana. Mesela esneklik kollarını bacaklarını vücudunu her yere esnetebilen süper kahraman gibi ebeveynler de zihnini esnetmeyi öğrenebilmeli. Bir diğeri ateşi kontrol etmeyi öğrenebilmek olmalı. Yani öfkemizi, aceleciliğimizi, sabırsızlığımızı, istikrarsızlığımızı… Kısacası kontrolsüz bir alevle eş değer olan tüm özelliklerimizi. Sadece bunları kontrol etmek değil, kontrol ederken de uçabilmek bu kontrolü yitirmeden. Bir diğer özellik ise görünmez olmak. Her anlamda… Elbette kendimizi ihmal etmeyeceğiz ama çocuğumuzun bir ihtiyacı olduğunda biz görünmez olacağız, çocuğumuz parladığında biz onun ışığında görünmez bir destek olacağız, çocuğumuz bunaldığında hata yaptığında yalnız kaldığında görünmez olacağız ama orada olacağız. Son olarak da güç ve dayanıklılık. Bunu çok açıklamaya gerek yok sanırım. Olabileceğimiz kadar güçlü ve kaldırabildiğimiz kadar dayanıklı olmak…

Anne olmak

Beni en çok uykusuzluk gece kalkmaları dur durak bilmeden dinlemeye fırsat bulamadan devam etmeye çalışmak yormadı. Beni en çaresizlik yordu. Yıllar önce bir arkadaşım demişti ki ebeveyn olmak sürekli kalbinde açık bir yarayla dolaşmak. Bir başka yerde de duymuştum ki kalbini çıkarıp etrafta dolaşmasını izlemekmiş ebeveynlik. Hepsine katılıyorum. Doğduğu an demiştim ki kendime 38 yıldır sen benim bebeğimmişsin sadece yeni haberim oldu. Annelik işte böyle bir şey. 

Devamı yaşamda...


Evlilik aşkı öldürüyor mu?

Evlilik neden bu kadar zor? İkili ilişkilerin zorluğuna eklenen rahatlık hissi ve kaybetme korkusunun olmaması durumu iyice karışık hale getiriyor. Kadınlar ve erkeklerin birbirinden bilimsel olarak kanıtlanan farklılıkları da cabası… Bana kalırsa bu farklılıkları yanlış kullanıyoruz, bir arada çok güçlü olabilecekken bir arada birbirimizi zayıflatmaya çalışıyoruz… 
Biraz hormonal boyutunu anlamaya çalışalım işin; Östrojen: yani kadınlarda ağırlıklı olarak bulunan hormonun bundan 100 yıl önce duygu-durum ile ve psikiatrik hastalıklarla ilişkisi araştırılmaya başlanmış. Bir ay boyunca yüksek dalgalanmalar gösteren hormon kadınlarda da değişken duygu durumlarına neden olabiliyor. Fazlalığı mutluluk verirken, mutluluk hormonlarını salgılattırıp stres hormonlarını azaltırken dalgalanmaları ciddi değişimlere neden olabiliyor. Beynin duygusal değerlendirme yapan bölümü çeşitli dönemlerde aşırı şekilde uyarılır. Değişken davranışlar, duygu kodlaması ve yüz ifadelerinin tekrarlayıcı tanınması gibi işlevler görür beyinde. Östrojen duygusal uyarılmayı etkileyebilir ve duygusal durumların yoğunluğunu aşırı miktarda arttırılabilir. Yine bu hormondaki dalgalanmalar düşünmeden karar vermeye neden olabiliyor… düşünme ve algı yetilerini dönem dönem etkileyebiliyor… ve bu nedenle her ayın her gününde sırf bu hormon ve onlarcası daha birleşip kadının duygu durumunu, öz güvenini ve başkaları ile iletişimini değişkenleştirebiliyor... Östrojen ve beyin üzerindeki etkileri henüz karanlıkta olan bir konu ve çok fazla bilinmeyen ile karşı karşıyayız. Fakat bilinenler bile durumun ne kadar karışık!!! ve imkansız olduğunu göstermektedir. Ne mi imkansız?? Farklı çalışan bir beyni anlamaya çalışmak…